31 Aralık 2010 Cuma

2011 YIL DAHA İNSANCA YAŞAYABİLMEK İÇİN

İnsanoğlu yaşadığı 2011 yılın muhakemesini yapmalı. Yıllar geçtikte insanlar arasında artan refah farkı, eşitlikçi bir yönetim sözüyle işbaşına gelenlerin başarısızlığını ortaya koyuyor. Soğuk Savaş'ın ardından sahnede bir süre yalnız kalan ABD ile baş edebilmek için ortaya çıkan AB, asla tek devlet gibi hareket edemeyeceğini anlamaya başlıyor. Art arda yaşanan ekonomik krizler AB ülkelerinde yaşayan insanların birbirlerine olan güvenlerini sarsıyor, saygılarını yok ediyor. ABD yine dünyaya hükmediyor ve herkesi istediği şekle sokuyor. Bunca sıkıntının tam anlamıyla "arasında" kalan Türkiye, dünyayı hiçbir zaman belirlenemeyen bir sayıda yıl geriden takip ediyor. Yaptığımız neredeyse bütün işlerde teknolojinin, altyapının, sanayinin ve eğitilmiş insan gücünün eksikliğini hissediyoruz. Bunları başka ülkelerden sağlamak zorunda kalıyoruz. Sonra yeni jenerasyonlarımıza duyduğumuz güvensizlik su yüzüne çıkıyor ve olduğumuz yerde saymaya devam ediyoruz.

Bu ülkenin genç nüfusundan bahsedilir her zaman. Bunun ülkeye yarattığı avantajdan. Kullanamadıktan sonra ne işe yarayacak? Gün ortasında caddelere bakarsanız, insanların nelerle uğraştığını anlayabilirsiniz. Bu ülkeye katma değer sağlayacak aktivitelere yönlendirmediğimiz müddetçe, genç nesli değerlendiremezsiniz. Avrupa'nın bize muhtaç olması safsatası, 50 yıl önce kendilerine gönderdiğimiz dedelerinin yerine fabrikalarında torunlarını çalıştırmak için mi, yoksa büyük beyinlerimizi kendi geleceklerine bir yön vermede kullanabilmek için mi? Eğer bunların olmasını istemiyorsanız, elinizi bir an önce taşın altına koymanız gerekiyor. Bugün ülke insanını üst düzeyde etkileyen medyanın, artık insanları kolay yoldan zengin olma hayallerine sokmayı bırakıp, sorumluluğu ele alması gerekiyor (çok saf bir dilek mi oldu?). Devleti yönetenlerle işbirliği içinde, ülkenin her karış toprağına bir şeyler götürmeli. Umut veren bir şeyler.

100. yılına sadece 13 sene kalmış bir ülkede hala temel insan hak ve özgürlüklerin tam anlamıyla kullanılamaması, yıllardır çözülemeyen iç sorunlar, ülkenin Cumhurbaşkanı'nın veya Başbakanı'nın sınırlarımız içinde olan bir şehre gitmesinin büyük bir olaymış gibi sunulması ve buna benzer bütün durumları tartışıyor olmak bizim ayıbımızdır. Komplo teorilerini çok seven bir millet olabiliriz. Bunlar gerçek de olabilir. Ama aklı olan her canlı yeni şeyler keşfetmek ve bunu insanlığın iyiliği için kullanmak zorundadır. Bunun bilincinde olan bir toplum olarak yaşamamız ve hissettiklerimizi birbirimize doğru şekilde anlatabilmemiz dileğiyle...

29 Aralık 2010 Çarşamba

BALIĞIN HAFIZASINI TAZELEDİĞİ AN

Türkiye, 2012 Avrupa Şampiyonası'nı Yunanistan'la ortak düzenlemek için aday olmuştu. Kazanamadı. 2016 Avrupa Şampiyonası için yeniden, bu sefer tek başına aday oldu. Yine başaramadı. Özellikle sonuçlar açıklandıktan sonra, suçu birilerine yüklemeyi çok sevdiğimiz için, hemen eleştirileri yöneltecek kişileri bulduk. UEFA Asbaşkanı Şenes Erzik bizim için gerekli lobiyi hakkıyla yapamıyordu. UEFA Başkanı Michel Platini'nin de, zaten Fransız vatandaşı olduğu için, evsahibini kayırmasından daha doğal bir durum yoktu. Bu iki başarısız girişim bana Olimpiyatlar'a aday olduğumuz dönemleri hatırlattı. Orada da büyük bir hevesle boyumuzdan büyük işlere kalkıştık. Sonunda bu iş için yeterli olmadığımızı birilerinin bize hatırlatması gerekiyordu. Hatırlattılar.

Benim merak ettiğim konu ise şurada başlıyor. Bu turnuvaları yapmak için bazı yatırımlar taahhüt ediyorsunuz. Hatta Başbakan çok ciddi miktarda parayı bu iş için hemen sağlayacağını açıklıyor. Ama sonuçlar açıklandıktan sonra, alınan başarısızlık herkesin aklındakilerin bir anda silinmesine yol açıyor. Başlangıç çizgisindeki bir atlete tam yarışa başlayacağı sırada yarışın iptal edildiğinin söylendiğini düşünün. O gün evine gidip oturabilir. Ama sonra ne yapmalı? Dışarı çıkıp bir sonraki yarış için, sanki çok kısa süre sonraymışcasına çalışması, gerekli antrenmanları yapması gerekir ki, kazanmaya hazır olsun. Ama biz evden bir türlü çıkamıyoruz. Üzerimize serilen ölü toprağı bir türlü kalkmıyor. Her konuda bu böyle. Hep "Günü gelince bakarız" mantığı.

Bu ülkenin acil şekilde sportif anlamda kalkınmaya ihtiyacı var. 2016 Avrupa Şampiyonası için yapılması düşünülen 6 adet yeni stadyum vardı. Bunların yapımı rafa kalkmış olabilir. Siz yine de bu şehirlerde (İzmir, Konya, Antalya, Bursa, Eskişehir, Ankara) yeni bir yapılanmaya gitmek zorundasınız. Bu işin içinde olsun veya olmasın, bütün insanlara daha kaliteli bir yaşam için gerekli şartları oluşturmaya başladığınızı hissettirmek zorundasınız. Stadyum olmasa da, sağlıklı nesiller yetiştirmek için gerekli tesisleri içinize sinen güzellikte yapmak, sosyal bir devlet olmanın gereğidir. Bu sadece anayasada yazan bir madde olmaktan çıkmalı. İnsanların içine işleyerek uygulanmalı. Emin olun ki, yapacağınız bu hizmetler, yapmayı düşündüğünüz diğer yardımlardan çok daha uzun vadeli ve daha büyük bir manevi hazza neden olacaktır. 2012 Avrupa Spor Başkenti olan İstanbul da bu konuda önayak olamazsa, başka ne olabilir, çok merak ediyorum.  

28 Aralık 2010 Salı

BUYRUN BAŞKANIM!

Türkiye, futbolu herkesin çok iyi bildiği bir ülke. Her ne kadar uluslararası başarı sayımız bunca yılda bir elin parmaklarını geçemese de, dünya futbolunda kendimizi iyi bir yere konumlandırmaya çalışıyoruz. Şu anki durumda ancak bu şekilde iyi oyuncuları getirebileceğimizi düşünürsek, biraz makyajlı göstermek fena bir fikir değil aslında. Ama bu durumun sebep olduğu sorunlar sonradan kendini gösteriyor ve herkes için pahalıya mal oluyor. 

En iyi bildiklerini iddia edenlerin başında da başkanlar geliyor. Bazen işleri profesyonellere bıraktıklarını açıklasalar da, dayanamıyorlar. Düzenin önemli bir parçası onlar. Aslında öyle olmaları gerekir mi, tartışılır. Ama burası Türkiye. Bir yerlere gelebilmek için önemli insanları tanımak zorundasınız. Önemli insanları tanımak için önemli biri olmalısınız. Önemli biri olabilmek için de medyanın içinde olmalısınız. Medyanın ve ülke insanının en sevdiği aktivitenin içinde önemli bir mevki sahibiyseniz, hayata karşı 1-0 öndesiniz demektir. Başkanlar da bu avantajı hiçbir zaman kaybetmek istemiyorlar. Yaptıkları şeylerde ne kadar büyük yanlışlar olursa olsun, bunu insanların hoşuna gidecek bir şekle sokup hatalarından sıyrılmayı başarıyorlar. Ama her işte olduğu gibi, onlar da kendilerinin o koltukta sonsuza kadar oturamayacaklarını unutup, arkalarında düzeltilmesi zor tahribatlar bırakıyorlar.    

Düne kadar kendisine ağza alınmayacak küfürler edilen bir başkan, bir sezon sonra yaptığı önemli transferler sayesinde el üstünde tutulan adam oluveriyor. Bir başkası sözleşmeli oyuncusuna ırkçı tabirler kullanmaktan kaçınmıyor. Bir diğeri de ezeli rakibinin kaptanına karşılaştıkları mekanın havasına uygun bir hitapla seslenmekten gocunmuyor. Bu hitaba karşılık o takımın kaptanı da hiçbir şey olmamış gibi sırıtabiliyor. Bizim için büyük sıkıntı burada. Bu oyuncular, yaptıkları işin zorluğu itibariyle, bir işadamı kadar önemli şahsiyetler olduklarının ve isimlerinin arkasındaki soyadlarının da (veya herhangi bir ünvan sıfatının) kendilerine hitap edilirken kullanılacak kadar değerli olduğunun farkına varmalılar. Bu hayatta ne kadar para kazandıklarının değil, ne kadar saygı gördüklerinin önemini kavramalılar. O başkanların bir yerlere gelebilmek için onlara, en az futbolcuların başkanlara olduğu kadar, muhtaç olduğunun bilincinde olmalılar. Bu hem onları yüceltir, hem de kendilerine bu kadar tepen bakan zihniyeti olması gerektiği yere indirir.    

27 Aralık 2010 Pazartesi

U(MUTSUZ) 17

Bir çocuğun hayalleri nerede ve nasıl başlar, nerede ve nasıl biter? O çocuğun gözünden bakmak lazım bu duruma. Yıllarca sahada gördüğü yıldız oyuncuların yerinde olmak hayaliyle vurur topa. Geceleri rüyalarında, hep olmak istediği yerde, o tribünlerin karşısındadır. Günümüzde bu imkansız bir olay değil. Yeteneği varsa ve kulübün kapısından bileğinin hakkıyla girdiyse, kısa zamanda kendini zamanında gıptayla izlediği ağabeylerinin yanında bulabilir. Hatta ne kadar erken olursa, o kadar iyi. İzlemesi gereken yolu önceden görür ve bu yolda önüne çıkabilecek engellere karşı önlemini alabilir. Hele ailesi de bu konuda yardımcı oluyorsa, işler daha kolay olacak demektir. Ama Türkiye'de yaşıyorsan, önceden tahmin edilemeyen sorunlar peşini bırakmaz. Umutlarına darbeyi indiriverir.

26 Aralık 2010 tarihi Florya Metin Oktay Tesisleri'ndeki o çocuklar için belki de hiç unutulmayacak bir tarih olacak. Sahadaki 22 tane 17 yaş altı çocuk ve yedek kulübesindeki arkadaşları, bu ülkede birçok çocuğun içinde olmanın ancak hayalini kurabilecekleri bir gösterinin ana parçalarıydılar. Tribünlerde ise çocuklarının orada olmasının gururunu yaşayan aileler vardı. Sahada kendilerinden istenen görevi yetenekleri elverdikçe yerine getirmeye çalışacak ve karşılaşmayı sarf ettikleri mücadelenin verdiği gururla sona erdirip rakiplerini tebrik edeceklerdi. Giydikleri formayı hakkıyla terletmek onların önceliğiydi. Ama birileri buna engel oldu. Ağabeylerinin zihinlerine soktukları fesatlıkları onlara da aşılamak istediler ve zehirlerini Florya'nın çimenlerine akıttılar. Bu zehir sadece o çocukları değil, herkesi rahatsız etti. Çocuğunu karakoldan almaya giden baba bir gün önce çocuğunun milli forma giyeceği günleri hayal ediyordu.

Bu durum artık "3-5 kendini bilmez"den çıktı. "Herkes İçin Futbol" diyen Türkiye Futbol Federasyonu, devletle el ele vermeli. Bunun sadece bir "oyun" olduğunu bütün ülkeye, gerekirse, ilkokul çocuklarının anlayacağı bir dille anlatmalı. Birileri hala "Yok. Ben bir yerlere saldırmadan yapamıyorum!" diyorsa, onlara da anladıkları dilden bir gösteri sunmalı. Futbolun herkes için "olamadığı" aşikar. Bu ülkede hala bir şeylerin değişebileceğini uman azınlık her geçen gün daha da azalıyor. Bir şeyler yapılmadığı takdirde, bu durumun bir türlü görmek istemediğiniz sonuçlarıyla hep beraber uğraşırız.            

25 Aralık 2010 Cumartesi

YİNE HAVAALANI YOLLARI GÖRÜNDÜ

Liglerin ilk yarısı bitti. Her sene olduğu gibi, ara dönem karnelerini alan takımlar sezon başında hasbel kader kurdukları takımların yetersizliklerini görüp nereye saldıracaklarını şaşırıyorlar. Tabii bulabildikleri adamlar ya oynadıkları takımlarda yetersiz bulunan kişiler ya da önerilen bonservis ücreti karşısında kendilerini satmamanın aptallık olduğunu düşünen yöneticilere sahipler. Yani oyuncuyu satan genelde "kazan-kazan" tarafı oluyor. Zaten satan taraf mantıklı şekilde yönetilen bir takımsa, sadece o oyuncuya bağlı bir yapıya sahip olmadığı ve genelde sıralamada istikrarlı bir yerde olduğu için, oyuncunun gidişinden çok etkilenmiyor. Oyuncuyu alan taraf ise oyuncunun takıma adapte olup mucizeler yaratması için dua ediyor. Verdiği yüklü miktarda parayı sindirmek aksi takdirde kolay olmuyor. Bir de Avrupa'da oynatamıyorsa, ki çoğu zaman oynatamıyor, 1-0 yenik başlıyor ilişkiye.

Ülkemiz genelde bu durumun negatif tarafını tecrübe eden takımlarla dolu. Son dönemde ara transferde alınıp fark yaratan oyuncu olarak aklıma gelen ilk kişi Franck Ribéry. Onun da nasıl elden kaçtığı herkesin malumu. Yakaladığınız şansı da iyi değerlendirmek gerekiyor. Basit yönetici hataları sonradan maddi ve manevi çok büyük kayıplara sebep olabiliyor. Galatasaray yıllar da geçse unutulmayacak bir transfer hatasına imza attığı günden bu yana ara transferde yaşadığı sıkıntılarla anılıyor. Adaptasyon sorununun bıkıp usanılmadan önünüze getirildiği ülkemizde bu sıkıntının aşılması için kapsamlı bir çalışma yapılması gerekiyor. Aksi takdirde, dönem sonunda bilançoyu elinize aldığınızda zarar kısmına bir satır daha eklenmiş olacak ve siz başarısızlığınızla baş başa kalacaksınız.

Beşiktaş da bu sene bir transfer çılgınlığına tutuldu ve takım ara transfer döneminde de önemli oyunculara imza attırdı. Bu transferler Spor Toto Süper Lig'in tanıtımı açısından çok başarılı hamleler olsa da, yöneticiler bunu neden sezon başında gerçekleştiremediklerini masaya yatırmalılar. Ortada bir sorun var. Sorunu çözmediğiniz müddetçe, sözleşmede belirttiğiniz (+ bilmem kaç) yıllık opsiyon sezonlarını kullanamamaya devam edersiniz.

21 Aralık 2010 Salı

PARA VAR, HUZUR YOK!

Manchester City, Arap sermayesi tarafından satın alındığından beri futbolun güzelliklerini törpülemeye devam ediyor. Sadece para ile dünya futbolunda bir yerlere gelen takımları sevmiyorum. Chelsea de böyle ortaya çıktı. Ama Jose Mourinho'nun karizmasıyla geldikleri yerde tutunmayı başardılar. Roman Abramovich de başta harcadığı yüksek rakamların çılgınlığının farkına varmış olmalı ki, sonradan duruldu. Chelsea dünya futbolunda belli bir yere geldi. Elbet bir gün Şampiyonlar Ligi'ni de kazanabilir. Ama Chelsea örneği, başarıya giden kısa yol olmamalı. Manchester City'nin harcadığı para, Roman Abramovich'i bile bir anda insanlara unutturdu. 1996'da küme düşerlerken taraftarların döktükleri gözyaşları şu anki durumdan daha sempatikti. Tabii ki onlar da başarılı olsun. Ama başarılı olmalarının sebebi tamamen şans eseri buldukları para olmasın. Khaldoon Al Mubarak'ın canı Stoke City'yi almak isteseydi, Manchester City yine orta sıralarda gezinen bir takım olacaktı büyük ihtimalle. Şanlı bir geçmişe sahip oldukları doğru. Ama bu oyunun kurallarından biri de geçmişte yaşamamak. Gerçi, Manchester'da yaşanacak bir rekabet Premier Lig yetkilileri için de bulunmaz bir fırsattı.

Biz yine bugüne dönelim. Yaptıkları büyük hatalardan biri, aldıkları her oyuncuya gerektiğinden fazla para ödeyip piyasayı inanılmaz yükseltmeleri. Allah'tan, arada Kaka gibi haysiyetli oyuncular çıkıyor da (gerçi kendisi için Milan'a ödenen parayı unutmadık), sırf para için bu kulübü seçmenin kariyerleri için sıkıntı yaratacağını öngörebiliyorlar. Ama David Silva, Yaya Toure gibi oyuncular o değerde mi? Tartışmaya gerek bile yok. Barcelona'nın ne kadar büyük takım olduğu sırf bu transferden bile anlaşılıyor. Gelen (içeriden çıkarttıkları Sergio Busquets) gideni (Yaya Toure) aratmıyor. Bir de gelmesiyle olay yaratmasının yanında takımın içinde sürekli olay yaratan oyuncular var. Carlos Tevez'in Manchester United'dan ayrılması sorun yaratmadı. Çünkü orada Alex Ferguson vardı. Geçen hafta Manchester City'den de ayrılmak istediğini açıklayan Carlos Tevez'in yarattığı sıkıntı, küçük bir çocuğun şımarıklığından farksız. Ama dün akşam yine sahada. Arkasında en az kendisi kadar yetenekli forvetlerin varlığına rağmen. Bu da menajerin durumu iyi idare edemediğinin göstergesi. Geçen sezon Şampiyonlar Ligi'ne katılma şansını son haftada kaçıran takım, bu sezon da bu amacına ulaşamayacak gibi görünüyor. Şampiyonlar Ligi'nde yoksanız, dünya futbolunda en tepeye ulaşma şansına sahip değilsiniz demektir.

Khaldoon Al Mubarak'ın canı bir gün sıkılacak. Hatta hesaplara bakıp, aslında yeteri kadar para kazanamadığının farkına varacak. Artık gerektiği kadar tanındığını da düşünerek, kulüpten elini ayağını çekecek. O gün, zamanında koşa koşa bu takıma gelen oyuncular ve menajer nasıl kaçacaklarını şaşıracaklar. Taraftarlar sevdikleri bu renklerle yine baş başa kalacaklar.

20 Aralık 2010 Pazartesi

NE ZAMAN DİNLENECEKLER?

FIFA Dünya Külüpler Şampiyonası adındaki saçmalık çoğu kişinin haberi olmadan oynandı ve bitti. Futbolcuların dinlenmek için zaman bulmakta zorlandığı günümüzde bir de bu kupa ortaya çıktı. Nerede yapıldığını, hangi takımların neye göre katıldığını çoğu kişinin bilmediği bu şampiyona, FIFA'nın doyumsuzluğunun bir başka örneği sanki. Avrupa Şampiyonlar Ligi yıllardır kulüplerin mücadele ettiği en zorlu arena. Dünyanın en önemli oyuncuları burada forma giyiyor. Haliyle bu kupanın şampiyonunun Dünya Kulüpler Şampiyonası'nı da kazanması büyük bir olasılık. Sonucunun belli olduğu bir turnuvayı kim izler? Sadece Birleşik Arap Emirlikleri'ndeki insanlar izler. Turnuvanın yapıldığı yer bile turnuvaya verilen önem hakkında bize bazı ipuçları veriyor.

Galatasaray 2001'de tam katılacakken, 2005'e kadar ara verilmesi de onların şanssızlığı. Eminim ki bir Türk takımının katılması, bu kupayı bizim nezdimizde çok önemli bir yere getirebilirdi. Ama sanmıyorum ki, Galatasaray bu kupaya katılamadığı için çok üzülmüş olsun. Zaten günümüz şartlarında 5 sene ara verilebilen bir kupanın ciddiyeti de sorgulanmalı.

Bugün, Avrupa'da önemli bir oyuncu, lig, lig kupası, Avrupa Kupası, milli maç elemeleri ve çift haneli yıllarda Dünya veya Avrupa Kupası'nda mücadele ediyor. Neredeyse bütün maçlarda oynadığını düşünürsek, tahminen 60-65 maça denk geliyor. Bu kadar sıkı bir fikstüre bir de böyle gereksiz maçları eklerseniz, oyuncusundan seyircisine, herkesi bu oyundan soğutursunuz. Özellikle seyirci için önemli olan, sezonun başında fikstüre bakıp takımı için önemli olan maçların bir an önce gelmesidir. FIFA'nın derdinin, ne olursa olsun, para kazanmak olduğunu biliyoruz. Ancak bunun insanın gözüne sokularak yapılması pek hoş olmuyor. 

Futbol sosyal anlamda dünyada çok önemli bir yere sahip olabilir. Ama bu oyunun patronları, futbolcuların da sadece insan olduklarını, onların bu spora başlarkenki hayallerini ve hissettiklerini öldürmeden onlara bir ortam sağlanması gerektiği unutmamalılar. 

18 Aralık 2010 Cumartesi

GÖREMEDİĞİMİZ GÜZELLİKLER

Spor Toto Süper Lig'in fizik mücadeleye dayalı bir lig olduğu söylenir. Kuvvet anlamında değildir ama söylenen. Oynamaya çalışanın değil, karşı tarafı oynatmamaya çalışanın prim yaptığı bir yerdir burası. Geçenlerde bir futbol yazarı, Bernd Schuster'in yapmaya çalıştıklarının gereksiz olduğunu; arkaya yaslanıp, fırsatını bulursan, atılacak bir golün işi çözeceğini söylüyordu. Kamuoyunun itibar ettiği yazarımız-ki kendisi geçmişte Türkiye'nin en sıradışı oyuncularının başında gelir-şunu atlıyordu. Oynanan oyun ne kadar keyifli olursa, iyi oyuncular buraya gelmek isteyecek. Onların gelişiyle de dünyada adımız anılmaya başlayacak. Bugün insanların görmek istediği, yeteneklerini sahaya etkili şekilde yansıtan, kaliteli oyunculardan kurulu takımların mücadelesidir. Bu, maçı izlemek için para ödeyen futbol seyircisinin en temel hakkıdır.

Çoğu takım oynatmamaya odaklandığı için, sakat oyuncu sayısı çok fazla. Özellikle İstanbul takımlarına baktığımızda, Beşiktaş ve Galatasaray'ın ligdeki konumlarını önemli ölçüde etkileyen sakatlıklarla uğraştığını görüyoruz. Tabii bazı sakatlıklar, oyuncuların yaşam tarzlarındaki yanlışlıklardan da olabilir. Ama özellikle darbeye bağlı sakatlıkların sayısının fazlalığı, insanları futbolun güzelliklerinden mahrum bırakıyor. Peki takımların sağlık ekipleri bu arada ne yapıyor? Özellikle Galatasaray'ın bu konudaki sabıkası herkesçe biliniyor. Kulüp yönetmek, sadece futbolcu alıp satmaktan ibaret değildir. Birçok ayrıntıyı içinde barındırır. Sağlık ekibi de bunlardan biri. Milyonlarca euroluk oyuncularınızın sahada kafalarının yanında, ki bu da önemli bir detaydır, vücutlarının da problemsiz olması gerekiyor. Dünyanın en büyük kulüplerinden AC Milan'ın geçmişten bugüne kadrosuna baktığımızda, bazılarını görmekten artık sıkılsak da, Franco Baresi, Paolo Maldini, Alessandro Costacurta, Filippo Inzaghi ve örneğini çoğaltabileceğimiz 40'ına yaklaşmış oyuncuları görmemiz sürpriz değil. Mükemmel bir sağlık ekibi, bu oyuncuları her an oynamaya hazır tutuyor. Çünkü takımın, teknik adam onları kullansın veya kullanmasın, onlara ihtiyacı var.

Herkesin işini düzgün yapması, rakibe ve yaptıkları işe saygı duymaları gerekiyor. "Fair Play" içi boş bir terim olmamalı. Oyun adil oynanmalı. Karşı tarafı yenebilmenin ön koşulu, rakibi bozmaktan ziyade, kendi oyununu rakibe kabul ettirmek olmalı. Bir takım, oyuncusuyla ve teknik ekibiyle, ancak bu şekilde akıllara kazınabilir.

17 Aralık 2010 Cuma

ANKARA'NIN GÜCÜ NE ALEMDE?

Ankaragücü 2009'un Ağustos ayında Ahmet Gökçek'in başkan olmasıyla sonu belirsiz (aslında aklı başında her insan için belli) bir yola girmişti. Ama hırs insana her şeyi yaptırıyor. 100 senelik kulüp, bir ailenin doymayan egoları yüzünden heba edilebiliyor. Peki onlar bunu yaparken, bu duruma izin verenlerin hiç mi suçu yok? Sırf kişisel çıkarlar uğruna olan bitene göz yumanlar da yarattıklarını sandıkları sahte devin altında ezildiler. Futbol iyi para kazandıran bir sektör. Bunu kabul etmek lazım. Ancak en azından futbolu yönetenler bu ülkede belli bir kapasitede olmalılar. Paradan ziyade insani açıdan. Çok mu şey istiyoruz? Belki, ama görünen köy kılavuz istemiyor.

Ankaragücü 100. yılını hakkıyla yaşamayı bile beceremedi. Önce Hikmet Karaman'la yaşanan skandal, sonra emanet teknik direktör Roger Lemerre ile oynanan sıkıcı futbol, en sonunda da onun yardımcısı Ümit Özat'ın göreve gelmesi. Bu biraz Werner Lorant-Oğuz Çetin ilişkisini hatırlatıyordu. Teknik direktörün görevden alınıp yerine geçmeyi bekleyen bir antrenörün sonu hiçbir zaman iç açıcı olmuyor. Ümit Özat bir yöneticiyle ağız dalaşına girdiğinde aylardır alamadıkları maaşlarından bahsediyor. Madem paranı alamıyorsun, bunu ne diye tüm Türkiye'ye açıklıyorsun? Çok rahatsızsan, neden orada duruyorsun? "Kol kırılır, yen içinde kalır." derler. Ama konu Gökçekler olunca, insan hiçbir şeye şaşırmıyor.

Şimdi oyuncuların % 95'inin serbest kalacağını ve büyük ihtimalle takımın küme düşeceğini söylüyor, Melih Gökçek. Peki Ankaraspor'un neredeyse bütün oyuncularını sezon ortasında Ankaragücü'ne transfer ederken ne olacağını düşünüyordu acaba? Önce Ankaraspor'un ligden düşmesine yol açtılar, şimdi Ankaragücü'nü uçurumun kenarına getirdiler. 2 senede 2 ayrı takımı bu hale getirebilmek büyük bir yetenek (!) gerektiriyor. Bu yetenekleri bünyesinde barındıran Gökçek ailesini tebrik etmek lazım. İlginç olan, yaptıklarının sonucunu gördükçe söyledikleri sözler. Belediye yönetirken herkesin onların ellerine ve iki dudağının arasına bakmasına alışkın olan bu kişilere en azından spor dünyasında hukukun vurduğu şamar, adalete olan güvenimizi tazeledi.

Olan, Ankaragücü taraftarına oldu. Çile çekmeyi hayatlarının bir parçası olarak gören bu grup, takımları ne durumda olursa olsun, onların yanında olacaklardır. Ama kulüp üzerinde çok büyük etkisi olan cefakar taraftarlar umarım anlamışlardır ki, Ankaragücü'nü yönetecek olan kişileri öncelikle kulübün haysiyetini kurtarmaya yönlendirmeliler.

15 Aralık 2010 Çarşamba

NEREDEN BAKARSAN

Size sunulan şeyin değerini neye göre belirlersiniz? Bugün Türkiye'de yaşanan büyük bir sorundur bu. Yönetenlerin çok değerli olduğunu düşündüğü şeyler, onu gerçek anlamda değerlendirebilecek insanların karşısına çıkınca asıl değerlerini ortalığa döküyorlar. Aynadaki görüntü hiç de hoş değil. Verilen büyük bir yayın parası herkesin ağzını sulandırıyor; ama tüketiciye ulaşan, son kullanma tarihi neredeyse geçmiş, ağızda belli belirsiz bir tat bırakan, keçiboynuzu kıvamında bir ürün. Reklamlarda hiç öyle denilmiyor oysa. Ürünü yeni bileşenleriyle çeşitlendirdiklerini, dünya standartlarına çıkardıklarını söylüyorlar. Halbuki gelişen teknoloji sayesinde dünyada ne olup bittiğini de görebiliyoruz.

Sadece birkaç kanal ileriye gittiğinizde, futbolun beşiğinde olayın nasıl farklı yerlere gittiğini görebiliyorsunuz. Öğlen veya akşam saati, pazar veya pazartesi fark etmiyor. Her zaman, her yerde aynı kalite ve olanın üzerine bir şeyler katmaya çalışan bir grup insan görüyorsunuz. Mücadele ise bu organizasyonun en önemli parçası. O sahaya gelmek için çok uğraşmış ve daha uzun süre o sahada kalabilmek için çırpınan oyuncular bunu sağlamaya muktedir olduklarını kanıtlamaya çalışıyorlar. Karşılarında da bütün bu yapılanlara saygı gösteren ve olan bitenden zevk almaya çalışan bir topluluk var. Yapılan işin şansla uzaktan yakından alakası yok. Şans eseri orada bulunan kişiler hemen göze batıyor ve yaşadıkları kısa süreli mutluluklar yanlarına kar kalıyor zaten.

Türkiye'deki futbolcuların çoğu yaptıkları işin ciddiyetinin farkında değiller. Bu yüzden Frank Rijkaard maçlardan önce kamp yapmayacağını açıkladığında şaşırıyorlar. Ama geçen hafta Barcelona maç günü yola çıkıp, maça yarım saat de geç kalıp 3-0 kazandığında onlara hayranlıkla bakabiliyorlar. Bu çoğumuz için şaşırtıcı olmadı belki de. Çünkü onların başka bir dünyadan geldiğine inanıyoruz. Ama genel olarak Avrupalı zihniyeti bunu gerektirir. Yapılan işe duyulan saygı her şeyin önünde gelir. Hele bu iş bir de milyonlarca insanın hayattan aldığı zevki etkiliyorsa, burada daha büyük bir sorumluluk duygusu harekete geçer. Onlar uzaydan gelmediler. Büyük yeteneklerini büyük yöneticilerin (gerek teknik, gerek iletişim) ellerinde parlattırıp insanlara doğru şekilde sunmayı başardılar. Bizim oyuncularımız ise bu danışmanların eksikliklerini hissediyorlar. Bulundukları yerin önemini onlara kavratacak kişiler gerekiyor. Yoksa olduğumuz yerde saymaya devam edeceğiz. Dünyadaki bilinirliklerinin azalması bir yana; bir gün gelecek, bu ülkede de kendilerine verilen değer şimdikinin çok altında olacak.

14 Aralık 2010 Salı

SİSTEMİN DEVAMI İÇİN

Manchester United'ın sağ beki olmak çok önemli bir olay. Formayı kapan genç oyuncu bir daha bırakmıyor. Kendisinden bir sonraki genç gelene kadar emanetine gözü gibi bakıyor. Aslında her mevki önemli, ama Manchester United'da bu mevkideki geçişler çok enteresan. 1992'de 17 yaşındayken Gary Pallister'lı, Steve Bruce'lu, Dennis Irwin'li efsane defansta kendine yer bulmuştu Gary Neville. 90'ların ortasında David Beckham, Ryan Giggs, Paul Scholes, Nicky Butt ve kardeşi Phil Neville gibi isimlerle Manchester United'ın büyük başarılar kazanan yeni jenerasyonunu kurdular. Paul Scholes ve Ryan Giggs ile beraber 2010'da da Old Trafford'da yerlerini bir şekilde alıyorlar. Ama bugün sahada onun yerinde 1990 doğumlu Rafael var. Kaderleri birbirine çok benziyor. Kardeşi Fabio da Phil Neville gibi sol bek. O da yedek. Aynen bundan 15 sene önceki gibi, Neville kardeşlerin yolundan gidiyorlar. Ama Manchester United'da hiçbir şey değişmiyor. Onlar yine İngiltere'nin ve dünyanın en başarılı kulüplerinden biri. 

Rafael gerek soğukkanlılığı, gerekse tekniğiyle neden orada olduğunu kimseye sorgulatmıyor. Zaten Alex Ferguson'un verdiği bir kararı sorgulamak kimsenin haddine değil. Roy Keane, David Beckham, Cristiano Ronaldo,... Bütün bu oyuncular takımın çok önemli parçalarıydı. Ama hepsinin bir dönemi vardı. Hepsinden alabileceğinin maksimumunu aldı. Takımını zirvede tuttu. Hiçbirine taviz vermedi. Gitmek istedikleri zaman da kapının açık olduğunu söyledi. Hepsinin yerini yeni gençlerle doldurdu. Oyuncular da bunun bilincinde oldukları için canlarını dişlerine takıyorlar. Önemli olanın kişiler değil, takım olduğunu; zirvede kalmak için çok çalışmak zorunda olduklarını biliyorlar. Bugün bu yüzden Wayne Rooney'in sözleşme yenileme dönemi onlar için sıradan bir olay. İngiliz basınında çıkan yaygara Alex Ferguson için hiçbir mana ifade etmiyor. O, keşfedeceği yeni Fabio'ların peşinde koşuyor. Bu yüzden 24 senedir bu takımın başında ve 20 senedir takım zirveden inmiyor. Başlangıçtaki beklentilerin karşılanamadığı ilk 4 sene de bir yönetimin teknik adama olan inancını, sistemin başarısını ortaya koyuyor. Fabio da yeterince iyi olmazsa, bir gün o sahada olamayacağını bildiği için kendini hep hazır tutuyor. İşin sırrı burada gizli. 

11 Aralık 2010 Cumartesi

BÖYLE BİTMEMELİYDİ

10 sene önce bütün takımların ayaklarının titreyerek geldiği stad, bu akşam, giydikleri formanın ruhunu hissedemeyen oyuncularla sevenlerine veda etti. Tabii sadece ruhla oynamak yetmiyor. Yetenek de lazım. Galatasaray'ın en büyük sıkıntısı; taraftarın, oyuncuların yetenek eksikliğinin farkında olmasına rağmen, her maçta iyi oyun ve galibiyet beklemesi. Bu tamamen takımlarına duyduğu sevgiden kaynaklanıyor. Ama ne yapılan tezahüratlar, ne de değişen teknik adamlar durumu değiştiremiyor. Çünkü takımın kapasitesi bu kadar.

Rahmetli Özhan Canaydın döneminde başlayan sportif başarısızlıklar, Adnan Polat döneminde takımın dibe vurmasıyla sonuçlandı. Yapılan en büyük hata; Özhan Canaydın döneminden başlayarak, taraftarın kalbinde yer edinmiş kişileri (Fatih Terim ve Gheorghe Hagi dönemi) elde ettikleri başarısızlıklar sonucu taraftarın önüne atıp kendilerini kenara çekmekti. Aynı durumu Adnan Polat döneminde de (Bülent Korkmaz ve 2. Gheorghe Hagi dönemi) yaşadık. Taraftarı başka şeylerle oyalayıp, gerçeklerin görünmesine engel oldular. Mali durumu düzeltirken, insanların takımlarına olan inançlarının azaldığını fark edemediler. Halbuki, zamanında çok eleştirilen Faruk Süren, yaptığı nokta transferler, teknik direktörüyle olan ince çizgilerdeki ilişkisi ve vizyonuyla, bu işin nasıl yapılması gerektiğini göstermişti. 10 senelik dönemde, kazandıklarını değerlendirememesi, itibarını kaybetmesi kulüpte bir eksen kaymasına sebep oldu. Asıl sorun burada yatıyor.

Bu takımı yönetenler asıl hedeflerinin Şampiyonlar Ligi olması gerektiğini unuttular. Zaten son derece kaygan zeminlerde giden kulüp, bu kadar yatırımı Şampiyonlar Ligi ile (sadece katılım bile yeter bu aşamada) taçlandıramazsa, sonuçlar kimsenin görmek istemediği gibi olur. Bunu başarabilmek için, kazanan karakterli oyunculara ihtiyaç var. Galatasaray'a büyüteceği değil, onu büyütecek oyuncular lazım!

BARİ OYUNUN RUHUNU ÖLDÜRMEYİN

2018 ve 2022 Dünya Kupaları'nın ev sahiplerinin belli olması yeni tartışmaları da beraberinde getirdi. Rusya için olmasa da, özellikle Katar seçimi, FIFA'nın üzerinde dolaşan kara bulutların boşuna olmadığını gösterdi. Verilen her kararda bir sorun aramak iyi bir davranış değil, ama konu Sepp Blatter olunca, bu durumu kimse garipsemiyor. Katar, nereden bakarsanız mantığını çözemediğiniz bir seçim. Futbolu dünyanın her yerine yaymak görevinde olan bir kurum olmasına rağmen, FIFA'da dönen rüşvet skandalları, onlar için de futbolun sadece futbol olmadığının göstergesi. 2 üyenin oylamaya katılmaması, daha oylama başlamadan insanların kafasında soru işaretleri oluşmasına yetti.

Rusya'da son yıllarda büyük paraların futbola aktarılması, Vladimir Putin'in karizması ve ülkedeki büyük potansiyel, buranın organizasyonun hakkını vereceğine olan inancımızı arttırıyor. Zaten Vladimir Putin, Roman Abramovic'e gönderdiği mesajla, organizasyonun kusursuz olacağını ve futboldan para ve şöhret kazanan Rus milyarderlerin Rusya'ya vermeleri gereken şeyler olduğunu bildirdi. Roman Abramovic'in de bu mesaja karşılık söyleyecek bir şeyi olamayacağı aşikar. Harcanacak 10 milyar doların geri dönüşü bu büyük ülke için yepyeni kapılar açacaktır. 2018'de dünyada politik konjonktürlerin ne durumda olacağı belirsiz,ama Rusya'nın önü her şekilde açık.

Katar'da yapılacak modüler statlar klimalı olacak. Ama oraya gidecek binlerce insan stat dışında ne yapacak? Turnuva sonrası statlar sökülüp, malzemeler ihtiyacı olanlara satılacak. Sırf bu durum bile, ülkenin futbola bakışını gösteriyor. Tamamen para için bu seçimin yapılması son derece rahatsız edici. Asya Futbol Federasyonu Başkanı Mohammed bin Hammam'ın ileride Sepp Blatter'in karşısına FIFA başkanlığı için sırf bu yüzden adaylığını koymayacağı söylentileri dolanıyor. Bu söylentiler bitmez, ama yapılan bu seçimler, insanların futbola olan saf sevgisini bitirir. Türkiye Futbol Federasyonu da 2016 Avrupa Şampiyonası'nı elinden nasıl kaçırdığını iyi analiz etmeli. Michel Platini'yi etkilemek için Katar'dan biraz feyz almalı!

9 Aralık 2010 Perşembe

NE FEDA EDİLMESİ GEREKİYORSA

Her zaman eninde sonunda tecelli edeceğini umduğumuz adaletin, ülkemizde çoğu konuda olduğu gibi, spor konusunda da yetersiz kaldığı durumlar oluyor. Yıllardır zamanında yarı yarıya tribünlerle izlenen derbi maçlarının renkli ambiyansını özlemle anarız. 1994'te Adnan Polat tarafından başlatılan "rakip takıma %5 oranında bilet"  uygulaması Türk futbolu için milattır. Tabii bu durum birçok açıdan anlaşılabilir bir hareketti. Büyük maçlarda kendi sahasında oynayan takımın bu avantajdan yararlanabilmesi için gerekli bir düzenlemeydi. Şu anda çok sorgulanabilir bir tarafı da yok zaten. 2010 yılında ise rakip takım taraftarının hiç gelmemesi fikri yüksek sesle konuşulmaya başlıyor. 16 senede nereden nereye geldiğimizin bir göstergesi olarak sayabiliriz bunu.

Beşiktaş - Bursaspor maçından önce ve maç sırasında yaşananlar, insanların birbirlerine ne kadar tahammülsüz hale geldiklerini gösteriyor. Bir kişinin yanında eşi ve çocuklarıyla maça gidebilmesi neredeyse imkansız, tehlikeli bir hale geldi. Bu mudur kültürde ve sporda (bu da ayrı bir yazı konusu olacak) Avrupa'nın başkentliğine soyunmuş Türkiye'nin en gözde şehrinin ve insanının hali? Her zaman örnek alınan Premier Lig yayınlarında yakın çekimlerde yaşlı bayanları görürüz. Bir de onların gelmeye çalıştığını düşünsenize... Maç sonrası keşmekeşte ambulansların yaşayacağı sıkıntıyı. 

Bütün bu durumların ışığında "Sporda Şiddet Yasası" nın çıkartılmasını bekliyoruz. Yıllardır bekliyoruz aslında, ama bir şeyler buna engel oluyor. Bu yasa çıksa da, uygulanıp uygulanamayacağı konusunda şüpheler mevcut. Bu da acı bir durum. Spordan Sorumlu Devlet Bakanı Faruk Özak dün bir açıklama yapıyor. Meclisin iş trafiğinin yoğunluğundan bahsederek, bu işin bir başka bahara kalacağını anlatmak istiyor. Böyle işler kararlılık gerektirir. Türkiye'de klasik olan bir durumun meydana gelip, birkaç kişinin yaralanması veya yaşamını yitirmesi mi gerekiyor meclistekilerin gerekli kararları çıkartabilmesi için? Sonunda olacak olan, meclisteki milletvekillerine yoklama yapmaya bile başlayan başbakanın olaya el atmasıdır. Zaten Türkiye'de bir işin hızlanması için en çabuk çözüm yolu, sorunu başbakana anlatmak oluyor. Onun kararı vermesi işin hemen sonuçlanmasına yol açıyor. Ama adama sormazlar mı, "Siz ne işe yarıyorsunuz" diye? Taş ne kadar ağır ki, kimse elini altına sokamıyor.

8 Aralık 2010 Çarşamba

ZAFİYET

Türk takımlarının yönetiliş şekli dışarıdan bakan her insanı şaşkınlığa uğratacak kadar enteresan. Futbol dünyamız, takımlarının her şeyinin içinde olan, ama işi profesyonellere bıraktığını söyleyen başkanlar, medya tarafından şişirildikçe şişirilen, oynamaları gereken oyun dışında her şeyin içinde olan futbolcular ve görevleri daha çok bu futbolcuların sırtını sıvazlamak olan "ağabey" menajerlerle dolu. Bu grupta özellikle profesyonel olduğu iddia edilen yöneticilerin görevleri tam olarak belirlenemediği için kendilerini boşlukta hissediyorlar ve başarıya ulaşmakta zorlanıyorlar. Aykut Kocaman'ın geçen sene ve onun uzantısı olarak bu sene yaşadıkları bazı şeylerin sadece kağıt üzerinde kaldığını (tabii beklentiler yazıya döküldüyse) gösteriyor. Teknik direktörler ise (özellikle yabancı olanlar) bu düzene ayak uydurmakta zorlandıkları için bazı kararları vermekte zorlanıyor, uygulamada sorunlar yaşıyorlar. 

Bütün bu karmaşanın içinde oyunculardan maksimum verimin alınması zaten beklenemez. Ama bazı durumlar var ki, insanın aklı almıyor. Bugünlerde iki oyuncunun durumu kafamı çok karıştırıyor: Fatih Tekke ve Zvjezdan Misimovic. Gerçi Fatih Tekke'nin hem Zenit'te hem de Beşiktaş'ta aynı sorunla karşılaşması (teknik direktöre yapılan saygısızlık), kendisinin otoriteyle bazı problemleri olduğunu ortaya koyuyor. Ama bunun mantıklı bir hareket olduğunu kesinlikle söyleyemeyiz. Çünkü gerek Luciano Spalletti gerekse Bernd Schuster kendilerini futbol dünyasında kanıtlamış, önemli teknik direktörler. Kendileri, yaşı ne kadar ilerlemiş olursa olsun, böyle bir golcüyü kullanmak isterler. Ama oyuncuyu adı konulamayan davranışları yüzünden kullanamıyorlar. Zvjezdan Misimovic olayında ise, Galatasaray'ın büyük iş başardığını düşündüğümüz bu transfere rağmen, bir oyuncuyu almadan önce sadece futbolculuğunu değil, her şeyini araştırmak gerektiğini, teknik direktörü bu konuda bilgilendirmek gerektiğini görmüş olduk. Gheorghe Hagi'nin 2 günde zıvanadan çıkmasını sağlayan ne olabilir? Bunu çok merak ediyorum. 

Bu iki oyuncunun ne yapıp da kadro dışı kaldığını hala öğrenememiş olmamız yukarıda da bahsettiğimiz bir yönetim zafiyetidir. Halka açıldıklarını söyleyip neredeyse attıkları her adımı borsaya bildiren bu kulüpler, sahip oldukları iki tane değerli "varlığın" (asset) akıbetini açıklamayı kulüplerin hissi senetlerinin sahibi olan taraftarlarına borçlular. 

6 Aralık 2010 Pazartesi

ÖNCE CAN GÜVENLİĞİ

Güne ders çıkışında yaşadığım enteresan bir olayla başladım. Köşede taksi bekleyen 2 kişi tam taksiye binecekken, büyük ihtimalle kendisinin müşterileri olduğunu iddia eden diğer taksinin şoförü kavgayı başlattı. Sonunda bıçağını çekti ve müşterileri kendi arabasına aldı. Müşteriler o arabaya nasıl bindi? Bunun üzerine günlerce düşünsem de çözemem herhalde. Belki Türkiye'de, ne kadar acı olsa da, normal bir durum diye düşünebilirsiniz, ancak bu ülkede hala medeni şekilde yaşanabileceğine inanan benim gibi insanlar için yeni bir hayal kırıklığıydı.
Bu durumun etkisi geçtikten sonra Beşiktaş - Bursaspor maçını izleyecek bir yer aradım. Zaten aradığımı bulduğumda son 30 dakikaya girilmişti. İlk yarıda kaçırdığım tek şeyin Volkan Şen'e gösterilen saçma sapan bir kırmızı kart olduğunu öğrendim. Bu alkışlama işine tam bir standart getirmedikleri için hakemler yine gündeme oturmayı başarıyorlar. Böyle bir kartı Cüneyt Çakır'ın Şampiyonlar Ligi'nde gösterdiğini düşünüyorum da, bir daha bir Türk hakemi kolay kolay bu arenada maç yönetebilir miydi acaba?

Beşiktaş'ın istekli oyunu ise her türlü eksiğine rağmen devam ediyor. Fiyapı İnönü Stadı'nda taraftarın iyi bir destek verdiği takım çok başarılı bir presle 3 oyuncunun (Ersan Gülüm, Mehmet Aurelio ve Roberto Hilbert) içinde olduğu pozisyonu Filip Holosko'yla bitirerek galibiyeti hakkıyla aldı. Bursaspor'da ise bir tane direkten dönen top dışında kayda değer bir pozisyon yoktu. Staddaki belki de en güzel şey, oyundan çıkan genç oyuncu Ali Kuçik'e taraftarın gösterdiği destekti. Bu, bir genç oyuncunun hayatı boyunca unutamayacağı bir andır. Onu daha iyi yerlere gelmek için daha çok çalışmaya şevklendirir. Bu açıdan taraftarlara teşekkür etmek gerek. 

Saha içinde teşekkürü hak eden taraftarlar, saha dışında yaşananlarla insanları bir kez daha hayal kırıklığına uğrattı. Zaten yaratılan her yasağa bir sebep arayan yetkililer, bunca yıldır Beşiktaş - Bursaspor maçlarına neden seyirci alınmadığını belgelerle kanıtlamış oldular. İnsanların zaten futbol kalitesi belli bir düzeyi geçmeyen ligimizin maçlarına gitmemeleri için mantıklı bir sebepleri daha var: can güvenliği. Günümüzde toplu şekilde eğlenmenin en güzel ritüellerinden olan bu oyunun (ve onunla birlikte hayatın) keyfini bile nasıl çıkartamadığımızın İsviçre laboratuvarlarında incelenmesi gerektiğini düşünüyorum!  

3 Aralık 2010 Cuma

GEREKLİ OLAN SADECE PARA DEĞİL

Nostaljiyi seven bir insan olarak 80'li yıllardaki futbolu özlediğim zamanlar oluyor. Yanlış anlaşılmasın, Türkiye'de oynanan futbolu değil, futbolun içindeki etkenleri özlüyorum. Tribünlerin yarı yarıya paylaşıldığı derbileri, bir takımda yer alabilecek 3 yabancı kuralı ve bunun gibi şeyleri (Bunlar da sanırım ayrı bir yazının konusu olacak). Çarşamba akşamları art arda oynanan Avrupa Kupası maçlarında (Kupa Galipleri, UEFA ve son olarak Şampiyon Kulüpler Kupaları) takım ayırt etmeksizin her Türk'ün aynı heyecanı yaşamasını. Kazanmamızın çoğu zaman sürpriz sayıldığı, özellikle Beşiktaş'ın Avrupa Kupaları'nda büyük şanssızlık yaşadığı senelerdi. 90'lı yıllarda yaşadığımız futbol evrimi ve 2000 yılında kazandığımız UEFA Kupası ile Avrupa mücadeleleri bizim için artık farklı. Ama göreceli de olsa, zaten geç başlayan gelişimimize bir de uzun başarısızlık dönemleri eklememiz bizi sıkıntıya sokuyor. İleride de başımızı ağrıtacak.

Şampiyonlar Ligi'nin para babalarının oyun sahası olduğu günümüzde Türk takımları için en gerçekçi hedef UEFA Kupası. Özellikle 2004-2005 sezonunda CSKA Moskova'nın şampiyon olması, 2000'de Galatasaray'ın "başkaları tarafından" beklenmeyen şampiyonluğunu saymazsak, yeni bir dönemin başlangıcı oldu. 80'li yıllarda Steaua Bükreş ve Kızılyıldız gibi takımların Şampiyon Kulüpler Kupası'nda fırtına gibi estiği günleri (bu da o dönemleri özlememin bir başka sebebidir) hatırlatan bir dönem bu sefer UEFA Kupası'nda başladı. Şampiyonlar Ligi'nde nefesi belli bir yere kadar yeten takımlar için yeni bir hedef oldu. Yarışmanın formatı biraz da cilalandıktan sonra, bu takımların kupayı kazanmak için mücadele etmekten başka çareleri kalmadı. Sevilla, Zenit, Shaktar Donetsk ve son olarak Atletico Madrid bu kupayı kazanarak "B sınıfı" diyebileceğimiz takımlar arasında ayrıcalıklı bir yer edindiler. Favori sıfatı sahibi olmak, kullanabilen için, büyük bir özgüven sağlar. Bugün hangi takımımız bu rakiplerden biriyle oynadığında "Kesin kazanırız" diye sahaya çıkabilir? Sanırım hiçbiri. Hele bu sene elendiğimiz takımları düşünürsek!

Takımlarımız adam gibi yönetilebilirse, UEFA Kupası 100 yılda bir kazanılabilen bir hayal ürünü olmaktan ötesi olacaktır. Bunun için elimizdeki en başarılı takımsal veri Efes Pilsen Basketbol Takımı'dır. Türkiye'nin Avrupa'da takım sporlarındaki ilk şampiyonluğunu kazandığı Koraç Kupası ile yeni bir çağ başlatan takım, yıllardır Avrupa'da başarıyla mücadele ediyor. İlk maçtan itibaren kupayı kazanmaya inançları olan yetenekli oyuncular, oyunu çok iyi bilen teknik kadrosu ve takımın bütün ihtiyaçlarını karşılayan yönetimiyle bir bütün oldular. Tabii ki takımın sahadaki lideri Petar Naumoski de bir fenomendi. Bu ruhu tekrar bir araya getiren takımlar başarılı olacaklardır. Galatasaray da neredeyse buna benzer bileşenlerle başardı. Diğerleri onların başarılarını "tesadüf" olarak görmeyi bir yana bırakıp, örnek alınması gereken taraflarını almalılar. Böyle bir hareket en azından başarıya giden yollarını kısaltır.

30 Kasım 2010 Salı

DAHA İYİSİ YOK!

Dün akşam Barcelona dünya futboluna neden yön verdiğini bir kez daha gösterdi. Johan Cruijff'la 22 yıl önce başlayan futbol resitalinin hala nasıl kusursuz bir akıcıkla sürdüğü akıllara zarar veriyor. Birbirini çok iyi tamamlayan 11 oyuncu her an birinin boşalttığı alanı doldurarak ve rahat pas alacağı alana en kısa zamanda geçerek topu rakip takımın görmesine mani oluyor. Real Madrid'i bile o sahaya çıktığına pişman ediyor. Bugün çoğu takımın oynamaya çalıştığı etkili bir 4-3-3 sistemini sadece üzerinde bu bordo-mavi formalar olan oyuncuların oynayabilmesi, başarmak için futbolun bütün bileşenlerinin bir araya gelmesi gerektiğini ve bir kulübün, ne kadar paraya sahip olursa olsun, en tepeye ulaşmak için farklı dokunuşlara ihtiyacı olduğunu gösteriyor. Zaten Barcelona'ya da sanırım bu yüzden "més que un club (bir kulüpten daha fazlası)" diyorlar. 

Jose Mourinho sahaya çıkarttığı kadroyla Fatih Terim'in 2002'de Fenerbahçe'ye 6-0 yenildiği maçtaki kadrosunu bana anımsattı. O da ilk devre bittiğinde hatasının farkına varmış olmalı, ama iş işten geçmişti. Zekası üst düzeyde olmasına rağmen, Mesut Özil büyük futbolcu olmak için başka şeyler de gerektiğini bu maçta anlamıştır sanırım. Fizik gücün önemi ortaya çıktı. Barcelona'nın gözü dönmüş, enerji dolu oyuncularına karşı Real Madrid oyuncuları çok sıradan ve silik göründüler.  Ama Messi'nin fiziğini dikkate almamak gerekir. Çünkü kendisi oynadığı futbolla (ya da oynadığına her ne denilirse) bu dünyaya ait olmadığını bir kez daha gösterdi. Mütevazılığı ise onu daha da büyütüyor. Bu yüzden artık Cristiano Ronaldo'yla karşılaştırılmaması gerektiğini düşünüyorum. Onun yaptığı hareketler de çaresizliğin yarattığı psikolojiden başka bir şey değil.

Pep Guardiola, Johan Cruijjff'un öğrencisi olduğunu her açıdan belli ediyor. Barcelona'ya adanmış bir hayat, elde ettiği başarıların daha farklı anlamlar kazanmasına sebep oluyor. Bir teknik direktörün yaşının değil, kafasındakilerin önemli olduğunu gösteriyor. Bu sporun içindeki insanların olaylara farklı açılardan yaklaşabildikleri sürece nerelere gelebileceklerinin kanıtıdır kendisi. Biz de bakış açımızı değiştirmek, gördüğümüz şeylerden dersler çıkartmak zorundayız.
Son olarak; Barcelona'nın oynadığı sürekli pasa dayalı futbol bazı insanları sıkabiliyor (rakip takım bir şey üretemediği için). Ama daha iyisi gelene kadar, sanırım en iyisi bu.       

28 Kasım 2010 Pazar

ALİ SAMİ YEN'DE BİR TRAJEDİ DAHA

Ali Turan'ın yaptığı anlamsız penaltıyla başlayan maçın zaten zor gol atan Galatasaray için ne kadar zor geçeceği hemen belli oldu. Bir oyuncu ne kadar iyi niyetli olursa olsun, yetenekleri sınırlıysa, ne yaparsa yapsın, oyuna katkısı belli bir seviyede olur. Galatasaray bu tip oyuncularla dolu bir kadroya sahip. Başta Ali Turan olmak üzere, takımın çoğu her an ne yapacağı kestirilemeyen, taraftarda ümit yaratmayan oyuncular. Böyle olunca tribündeki homurtuları duyan oyuncuların ayakları daha da birbirine dolanıyor ve yapabileceklerini de yapamıyorlar.

Bütün maç boyunca hata sayısını minimumda tutan Beşiktaş defansındaki oyuncuların uyumu ve orta sahanın lideri Guti Hernandez'in yönlendirmesiyle, Beşiktaş ne kadar az pozisyona girse de, Galatasaray'ın önemli bölgelerde etkin olmasını engelledi. Galatasaray ise Beşiktaş'ın yumuşak karnı olan Roberto Hilbert'in kanadını kullanmayı çok fazla akıl edemedi. İkinci devrenin başında herkes Milan Baros'u beklerken, Mehmet Batdal'ı oyuna sokan Gheorghe Hagi hayal kırıklığı yarattı. Zaten en tehlikeli poziyonlarını 69 ve 70'inci dakikalarda, taraftarın sevgilisi olmasına rağmen bazı fiziksel güçsüzlükleri yılların ilerlemesiyle açıkça gözüken Harry Kewell ile bulması, takımın durumunun özetiydi. Kendisi son dakikada takımın tek golünü atarak her şeye rağmen ayakta olduğunu da gösterdi. Ama Beşiktaş'ın ikinci golünün sahibi Mert Nobre de, ne kadar etkisiz oynarsa oynasın, Galatasaray maçlarını neden çok sevdiğini hepimize bir kez daha gösterdi.

Galatasaray'da, çok kişi tarafından beğenilmese de, savaşçılığıyla takıma bir şeyler vermek için çırpınan Lorik Cana göze batarken, çok yetenekli olduğu iddia edilen Elano Blumer, bir futbolcunun ruhu olmazsa, hiçbir şey olamayacağının canlı kanıtıydı. Guti Hernandez'in Beşiktaş için yaptıklarını Galatasaray da ondan bekliyordu. Ama o, arkadaşlarıyla sürekli bir tartışma içinde olmayı tercih etti. Bu da takım içindeki uyumu bozan başlıca etkenlerden biriydi. Şimdi böyle eksiklikleri bulunan bir takımda bir de milyonlarca Euro bonservis parası ödediğiniz Zvjezdan Misimovic'i anlaşılamayan bir sebeple kadro dışı bırakma rahatlığını gösteriyorsanız, güvendiğiniz bir şeyler var demektir. Bunu bir ara taraftara da gösterirseniz, herkesi rahatlatırsınız.

27 Kasım 2010 Cumartesi

BİZİMKİSİ DE KENDİ ÇAPINDA KLASİK

Bu pazartesi dünya futbolunun en muhteşem gösterilerinden biri (kulüp bazında bence en muhteşemi) var. Sırf bu yüzden futbolseverlerin pazartesi sendromu yaşamayacağını bile söyleyebilirim. 891 gazetecinin akredite olacağı, 100.000 Barcelonalı'nın Camp Nou'yu dolduracağı, milyonlarca futbol aşığının televizyon başına kilitleneceği gecede herkesin tek bir beklentisi var: kaliteli futbol. 

Diğer taraftan, İstanbul'da, taraftarlarını her sene gereğinden fazla beklentiye sokan, Avrupa'da başarılı olma hayalleriyle başladıkları sezonları hayal kırıklıklarıyla kapatan iki büyük (!) takımın mücadelesi var. Ne kadar büyük transfer yapılırsa yapılsın, gerek federasyonun gerekse kulüplerin iletişim yetersizliklerinden dolayı, sınırları bir türlü aşamamış bu mücadele son yıllarda Galatasaray-Fenerbahçe mücadelesinin yarattığı suni heyecanı bile yakalayamıyor. Bunun sebeplerinin başında medyanın diğer rekabette daha çok sansasyon yakalaması geliyor. Ama biletlerin satış hızı bile bunun bir realite olduğunun göstergesi. 

Frank Rijkaard, Galatasaray'ın başında olsaydı, 2007-08 sezonunda El Clasico'da karşılaşmış bu iki futbol adamı 4 sene sonra İstanbul derbisinde karşı karşıya gelmiş olcaktı. Bunu 4 sene önce birisi söylese, yüzüne şaşkın şaşkın bakardık herhalde. Ama Frank Rijkaard kasım ayını göremeden yolun sonuna gelince, Bernd Schuster, karşısında Gheorghe Hagi'yi buldu. Onunla da oyunculuk zamanında El Clasico'da karşılaşmaları enteresan bir ayrıntı. 

İki takım da çok kötü bir sezon geçiriyorlar. Ama önemli olan, ikisinin de değerli kulüpler olduklarının ve seyirciye hak ettikleri iyi futbolu sunmak zorunda olduklarının farkına varmalarıdır. Sanırım beklentileri çok yüksekte tutmamak en iyisi. Belki de bu şekilde izlediğimiz oyundan maksimum keyifi alabiliriz. Ya da kendimizi nasıl kandırmak istiyorsak artık!

25 Kasım 2010 Perşembe

SORUN TÜRKİYE LİGİ'NDE Mİ?

Bursaspor'un ilk Şampiyonlar Ligi maçını Galatasaray'ın 1993'teki ilk maçına benzetmiştim. Kaderi de neredeyse birebir onlarınki gibi oldu. Beşinci maçında ilk golünü atmasının ardından Turgay Bahadır'ın havalara zıplayarak yaşadığı sevincini (rakip takım 5 gol atmışken) hüzünle izledim. 1993'te "olabilir" dediğimiz şeylerin, ki o zaman Galatasaray Avrupa'nın en iyi 8 takımı arasındaydı, 2010'da başımıza gelmesini normal olarak karşılamamız sadece kendimizi kandırmaktır. Türk futbolu araya bir UEFA Kupası, bir Süper Kupa, bir Dünya ve bir Avrupa üçüncülüğü sığdırdı. Pablo Batalla, Turgay Bahadır kendisini öperken, onu bu kadar sevinilecek bir durum olmadığı konusunda uyarsaydı, daha iyi bir iş yapmış olurdu.

Şimdi konuşulan konulardan biri de Spor Toto Süper Lig Şampiyonu bu Bursaspor'sa, Tür futbolunun hali ne durumda? Bu duruma bu şekilde yaklaşmak hatalı olur. Avrupa'da başarılı olduğumuz dönemlere bakarsanız, yetenekli ve ateşli Türk futbolcularının, tecrübeli ve Avrupa'da isim yapmış yabancı oyuncularla iyi işler yaptığını görebilirsiniz. Şampiyonlar Ligi ayrı bir karakter gerektirir. Sercan Yıldırım'ın bir maçta girebileceği toplam gol pozisyonu sayısı bir elin parmaklarını geçemeyeceğine göre, kendisi asli görevini hatırlayıp son vuruşlarını hatasız yapmalı ve skora katkıda bulunmalı. Dünkü maçta da kendisi için klasikleşen bir durum oldu. Cömertçe harcadığı pozisyonlara karşı, İspanyollar acımadı ve pozisyonu buldu mu atması gerektiğini kendisine hatırlattılar. Ortalama bir Şampiyonlar Ligi forveti de zaten o kadar pozisyona girer. Ama beceri ayrı bir olay. Takım olarak yüksek konsantrasyonla oynanması gerekirken, alınan bir darbede yerle bir olan bir takım oldu Bursaspor. Fizik gücün önemini bütün maçlarında gördük. Şimdi Ertuğrul Sağlam bir bedel ödenecekse, bunu kendisinin ödemesi gerektiğini söylüyor. Aslında haklı sayılmaz. Kendisi Bursaspor'un başına gelirken kimse kendisinden Türkiye Şampiyonu olmasını beklemiyordu. Haliyle Şampiyonlar Ligi'nde neler yapabileceklerini anlamaları için de çok vakitleri yoktu.

Önemli olan, Türk futbolcusunun bu arenada başarılı olabilmek için gerekli dersleri çıkartmasıdır. Ertuğrul Sağlam'ın da kendisini geliştirmek için neler yapması gerektiğini tekrar gözden geçirmesi gerekir.

22 Kasım 2010 Pazartesi

OYUNUN PARÇASI

Bir kişinin bir takıma olan aidiyeti çocuklukta başlar. Hediye edilen bir kaşkol, aldığı imzalı bir forma çocukla takım arasındaki bağı başlatır. Stadyumda canlı olarak izlediği ilk maç ise sürekli ibadetin başladığı andır. Belki de bu yüzden "mabet" diyoruz. 80'li yıllarda bu oyunu izlemeye başlamış biri olarak, Almanya'dan "o" maç için gelenleri, akşamdan bilet kuyruğuna girenleri, stad önünde uyuyanları gördüm. 

Bugün, sezon öncesinde tamamı satılmaya çalışılan kombine biletler, bardağından yağmurluğuna, her taraftarın sahip olması beklenen "merchandise" ürünler var. Bu satış stratejisiyle yaratılmak istenen taraftar profili futbolun ruhunu yavaş yavaş öldürüyor. "Daha çok kazanalım" derken kaybettiklerinin farkına varmaları zaman içinde kulüplerin neye hizmet ettiklerini sorgulamalarına sebep olacak. Şu anda UEFA'nın uyguladığı sistem güçlüyü daha güçlü kılıyor, zayıfı ise göstermelik olarak bir süre onlarla aynı sahada oynuyormuş gibi gösteriyor. 

Babasının elinden tutup maça gelen çocuğun stadda görmek istediği şey, sevdiği renklerin zaferi için mücadele eden 11 adamdan başka bir şey değil. Babasının gurur duyduğu şey de desteklediği kulübün sahip olduğu gayrimenkuller değil. Taraftarın yaşadığı aidiyet duygusu tamamen kalpten gelen, herhangi bir karşılık beklemeyen bir histir. Bunu sınıflandırmak, ortalama kazancı olan bir ailenin bütün maaşını kulübe hibe etmesini beklemek, kısaca "Siz gelmeseniz de olur"un kibar bir dille söylenmesidir. Bunu yaparsanız, taraftarın oyuna olan etkisini azaltırsınız. Bu oyunu herkes sevebilir. Ama stadyumlar farklı yerlerdir. Camp Nou bu yüzden Katalan hareketinin başkaldırı noktasıdır. Old Trafford bu yüzden "Rüyalar Tiyatrosu"dur. Bu oyunu ayakta tutacak olan, insandır. İnsanlar arasında "gerçek anlamda" fark olmayan nadir yerlerden biri de bu mabetlerdir.  

14 Kasım 2010 Pazar

GELECEĞİ ŞİMDİDEN GÖRMEK GEREK

Biraz önce Tunalı Hilmi Caddesi’nde yabancı birini gördüm. “Benziyor herhalde” diye düşünürken, gerçekten Holger Osieck olduğunu anladım. Ali Şen’in ülkemize kazandırdığı o zamanın genç futbol adamından alabileceğimiz belki de çok şey vardı. Ama biz onu Tanju Çolak ve Rıdvan Dilmen’i kadro dışı bırakmasıyla daha çok hatırlarız. Halbuki Alman futbolunun her daim patronu olan Franz Beckenbauer’in 1990 Dünya Kupası’ndaki yardımcısı olması bile başlı başına bir olay. Her zaman altyapıya, sisteme önem veren bir ülkeden, belki de en ateşli çağında gelen bir cevheri de kısa sürede kapının önüne koyduk. Tamam, belki daha sonra yaptıkları, Japonya’ya gitmesi falan, ona çok tatmin edici bir kariyer sağlamamış olabilir. Ancak bizim yapamadığımız şey, bu insanlara gerekli sabrı gösterip istediklerini yapmak için de gerekli ortamları sağlamak. Onlar da zaten en çok buna şaşırıyorlar. Sürekli başarı isteyen yönetici ve taraftar gruplarına bir süre sonra bulundukları rüyadan uyanmalarını söylemek onlara düşüyor. Bunun sonucu ise, havaalanında tercümanıyla vedalaşma sahnesi.

Joachim Löw’ün bugün dünyanın en iyi takımlarından birinin başında olması şans olabilir mi? Mircea Lucescu’nun senelerdir Ukrayna’da başarıdan başarıya koşmasına ne demeli? Bunun gibi örnekler çok. Biz elimize gelen fırsatları kaçırdığımız sürece başımızı daha çok taşlara vururuz. Bu teknik adamları ülkeye getirme başarısını gösteren yöneticiler, aynı duruşu o insanların takımdaki sürekliliği için de göstermeliler. Bugün en önemli örneklerin İngiltere’den çıkması da bir tesadüf değil. Liverpool’un bile senelerce ligde başarı kazanamamasına rağmen, önce Gerard Houllier, sonra Rafael Benitez’de ısrar etmesi, bu oyunu bilmediklerini mi gösteriyor?

Bizim durumumuz ise biraz farklı. Bu ülkeye Jose Mourinho’yu, Arséne Wenger’i getiremeyeceğinize göre, yurtdışından teknik adam getirirken, başarıya aç, tolere edilebilir, vizyonu geniş insanları tercih etmeliyiz. Gaziantepspor bunu bir süre Jose Coucerio ile denedi, olmadı. Şimdi Kayserispor, Shota Arveladze ile deniyor. Olacak, belli! Bu ülkeyi tanıması tabii ki bir avantaj olabilir. Ama bahane bu olmamalı. Dünya küçüldükçe küçüldü. Saçma sapan yabancı tartışmalarını yapan nadir ülkelerden biriyiz. Bugün Premier Lig’de yer almak için her futbol adamı çırpınıyor. Kadrosunda İngiliz oyuncu olmayan takımlar bile var. Ama o oyuncular futbolun sahadaki dilinin tek olduğunun farkında. Kısaca, ya bu genç teknik adamları bulup getirelim, ya da takıma aidiyet duygusu olan genç adamları yetiştirip, takımı onlara emanet edelim.

12 Kasım 2010 Cuma

SÜPER LİG İÇİN DÜŞÜNCE KIRINTILARI

Premier Lig'in dünyanın en çok ilgi gören ligi olduğu konusunda çoğu kişi hemfikir. Holiganizmin açtığı yaraları sarmak için radikal bir kararla 1992'de kurulan Premier Lig, bugün dünyanın dört bir yanından milyonlarca izleyiciye ulaşıyor. Hepimizin gıptayla izlediği oyuncuların öncelikle bu ligi tercih etmesinin birçok nedeni var elbette. İnanılmaz güzellikteki zeminler, çok amaçlı stadyumlar, hem bedensel hem zihinsel olarak oyunun içinde olan taraftar, oyuna ve rakibe saygı,... Özellikle bu son yazdığım neden, yüzyıllar öncesinden gelen geleneğin günümüzde de hakkının verilmesi olarak adlandırılabilir. 

Son yıllarda diğer liglerle arasını hem ekonomik hem oyun anlamında açan Premier Lig gittikçe NBA'den esintiler sunmaya başladı. Zaten "futbolun NBA'i" sıfatını hak ettiğini gösteren sebepler az değil. NBA'in sosyal sorumluluk projeleri "NBA Cares" ve "NBA FIT" milyonlarca dolar kazanan basketbolcuların şehir insanıyla bütünleşmesini, onlarla bir şeyler paylaşmasını sağlayan ve insanları, özellikler çocukları, spora özendirmeyi amaçlayan projeler. Gönüllülüğün esas olması, her ne kadar yapmama şansları çok olmasa da, yapılan olayın içtenliğini de gözler önüne seriyor. İşte Premier Lig de bu yolda attığı adımlarla farkı gitgide açıyor. Ne kadar para kazanırlarsa kazansınlar, geldikleri yeri unutmayan, oynadığı şehre bir şeyler vermek isteyen oyuncular, kendilerini o yerlere layık gören taraftarlarla iç içe bulunmaktan zevk alıyorlar. Bunu göremeyenler için yapılan televizyon programları da ligin marka imajını desteklemek için elinden geleni yapıyor.

Türk futbolcusunun maç ve antrenman dışındaki vakitlerini nasıl geçirdiği bir muamma. Ama spor haberlerinde gösterilen bazı hastane ziyaretleri, insani açıdan üst düzeyde olsa da, yeterli değil. İnsanların bu oyunculara dokunmaya ihtiyacı var. Süper Lig'in marka değerini yükseltmek için küçük bir öneri benimkisi.  

11 Kasım 2010 Perşembe

FUTBOL(CU) NASIL KURTULUR?

İnsan olmanın yazılı olmayan kuralları vardır. Futbolcusu, yöneticisi, menajeri, kısaca bu sporun içinde olan herkes bu kuralla bir de sporcu olmanın vermiş olduğu sorumlulukla dört elle sarılır diye düşünürken, buranın Türkiye olduğunu hatırlarsın. Galatasaray kaptanı Arda Turan'ın "Çalım atmayı ondan öğrendim" diye tavsiye etmesiyle alınan, bir türlü "olamamış" Serdar Özkan "Acaba nerelerde?" diye düşünürken "menajerlik yapan faal futbolcular" olayı patlak verdi. Olayın içindeki kişilerden en bilinenleri Galatasaraylı eski futbolcular Volkan Arslan ve Ümit Karan. Onların durumunu, olayın vehametine rağmen, bir nebze de olsa anlayabiliyorsun. Yıllarca, Volkan Arslan o kadar olmasa da, büyük bir takımda forma giymiş, oradan ayrıldıktan sonra gittikleri yerde eski ihtişamlı günlerini yaşayamamanın verdiği psikolojiyle, herhalde biraz da gelecek kaygısıyla girmemeleri gereken işlere bulaşmışlar. Ama henüz 23 yaşındaki Serdar Özkan'ın hangi niyetle bu işin içinde olduğunu kavrayamıyorum
.
Bir oyuncu formsuz olabilir, takımına alışamamış olabilir, ailevi sorunları da olabilir. Ama yaptığı işe saygısı olur. Bütün futbolcular, işlerine gelince, profesyonel olduklarını, geleceklerini düşünerek bu paralara oynadıklarını ve bu sporu belli bir yaşa kadar üst düzeyde yapmalarının zorluğunu anlatıyor. Ama Türk futbolcusu aklını çok farklı şekillerde kullanmayı seviyor. Şartlar, etrafındaki kişiler onu bu hale getiriyorsa, oynadıkları takımların yönetimleri, psikologları görevlerini eksik yapıyorlar. Bu kadar çok insanı, olguyu içinde barındıran bu spor, göründüğünden çok daha ciddi bir biçimde ele alınmalı. Bu bir yaşam biçimi ise eğer, bütün bileşenlerinin birbirine bağlı olduğu, birinin bozulmasının diğerlerini negatif yönde etkileyeceği ve hepsinin sonucunda önümüzde elle tutulur bir değerin kalmayacağını herkesin anlaması gerekiyor.

Türkiye bunun gibi belki de pek çok olay yaşadı, ama maalesef ancak günümüzde bunları ortaya çıkartmayı başarabildik. Bugün, Gökdeniz Karadeniz'in neden milli takıma alınmadığı bir karakutunun içinde gizli. Birileri bu oyunculara bütün bu yanlışlardan nasıl ders almaları gerektiğini, mücadelenin sadece o sahanın içinde verilmesi gerektiğini anlatmalı. Bu ligde oynayan futbolcuların yerinde olmak isteyen milyonlarca genç var. Kendilerinin son derece şanslı olduklarının farkında olmalarını veya bunu birilerinin onlara hatırlatmasını diliyorum.   

8 Kasım 2010 Pazartesi

BÜTÜN ŞEHİR İSTERSE

Trabzonspor 70’li yıllardan itibaren Türk futboluna damga vurmuş, 6 şampiyonluk yaşamış, sadece 2000’li yılların ilk yarısında hedeflerinden kısmen sapma olsa da, istikrarlı bir takım olarak yoluna devam etmiştir. Şehir olarak şampiyonluğa olan hasretleri son yıllarda takım üzerinde bir baskı yaratsa da, bu şehrin çocuğu Şenol Güneş’i, dördüncü kez takımın başına gelmesine rağmen, bağırlarına basmaları başarıya olan çılgın özlemlerini mantıklarıyla birleştirdiklerinin bir göstergesi. Zaten geçmişten gelen ilginç istatistikler, aslında her zaman bir sistem takımı olma konusundaki isteklerini gözler önüne seriyor. Yıllarca Ahmet Suat Özyazıcı ve Özkan Sümer’i takımın başına tekrar tekrar getirmeleri ve pek başarılı olmasa da, bir süre Belçika ekolü üzerinde ısrar etmelerini (Urban Braems, Georges Leekens, Hugo Broos) bu yolda atılan adımlar olarak sayabiliriz. Özkan Sümer’in, Trabzonspor’un Cruijff’u desek yanlış olmaz, hala bir danışman gibi çalışması da geçmişlerine olan saygılarını gösteriyor.

Sahada en yetenekli oyuncularından Alanzinho ve İbrahim Yattara olmamasına rağmen, ne yaptığını bilen, rakip takımı boğan, birbirleriyle uyumlu oyunculardan oluşan bir Trabzonspor var. Bu takımın başındaki kişi ise Türkiye’de yıllarca kıymeti bilinmemiş, son dakikalarda kaybettiği bir şampiyonlukla anılan, milli takıma tarihinin en büyük zaferini yaşatmasına rağmen, enteresan sebeplerle takımdan uzaklaştırılan birisi. Belki de en verimli dönemlerini kendisine kucak açan Güney Kore’de geçirmesi, Türk futbolunun ve Trabzonspor’un birkaç sene kaybetmesine sebep oldu. Gerçi kendisi orada kazandığı olgunluğu her şekilde etrafındakilere hissettiriyor, ama insanları eleştirirken biraz daha insaflı olmamız gerektiğini de bize anlatıyor.

Trabzonspor seyircisinin aklı yüreğinin önünde gittiği sürece başarı kaçınılmaz. Başlarında onların dilinden çok iyi anlayan bir lider, sahada yetenekleri üst düzeyde olan “takım” oyuncuları var. 26 yıldır beklenen şampiyonluk tamamen onların sahaya göndereceği enerjiye bağlı.   

6 Kasım 2010 Cumartesi

TÜRK-İ MİLLİ TAKIM

Guus Hiddink'in şakayla karışık olarak Trabzonsporlu Jaja'yı Türk yapmayı önermesi kamuoyunda bir tartışmayı da beraberinde getirdi: Türkiye'de bir süredir top koşturan Brezilyalılar'ı milli takımda değerlendirebilir miyiz? Bu soruyu sorarken baz alınan ülke ise Almanya. Sığ bir bakış açısıyla bakılırsa, neden olmasın deniliyor. Hata burada başlıyor. Almanya'daki Türk, Polonya ve benzeri başka ülke orijinli futbolcuların hepsi doğuştan Alman vatandaşı. Futbol hayatlarına orada başlamış, onlar üzerine bir gelecek ve sistem kurulmuş oyuncular. Ayrıca, orijinleri neresi olursa olsun, kendilerini Alman hisseden, hayatlarını o ülkeye adamış bireyler.

Türkiye ise başlı başına farklı bir durumda. Geçtiğimiz 10 yılda ülkemize gelen yabancı oyuncular içinde kendi ülkelerinin milli takımlarında oynamayıp da, ki bahsedilen oyuncuların çoğu Brezilyalı olduğu için bu normal bir durum, ligimizde fark yaratan oyuncu sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. Böyle bir yapıya güvenerek milli takımın temellerini bu oyuncuların üzerine kurmak büyük bir kumardır. Ayrıca Türkiye'de bu spora gönlünü vermiş milyonlarca gencin şevkini kırmamak lazım. Yanlış anlaşılmasın, Mehmet Aurelio da o formayı giydiğinde terinin son damlasına kadar savaşıyor. Bu arada, Mehmet Aurelio 2002'de dünya üçüncüsü olmuş bir takım olmamıza rağmen, oyun taktiğimizin değişmesi üzerine ihtiyaç duyduğumuz bir bölgede ligimizdeki en formda oyuncu olduğu için Türk yapıldı. Şu anda forvet ihtiyacımız var diye Jaja'yı veya ondan çok daha önce düşünülmesi gereken Bobo'yu Türk yaparsak, sadece günü kurtarmış oluruz. Geniş çaplı düşünmeli, ona göre bir yapılanmayı başlatmalıyız. Guus Hiddink 2012 Avrupa Şampiyonası'nı düşündüğü için böyle çözümler düşünmesi normal. Ancak bir Hollandalı olarak, aşina olduğu modellerden biri bu olduğu için (Ajaxlı olmasa da), altyapı oyuncularımızın küçük yaştan itibaren kendi mevkilerinde en iyi olabilecek şekilde eğitilmesini sağlatmak da onun başlıca görevleri arasındadır sanırım.

4 Kasım 2010 Perşembe

SAVAŞMADAN OLMUYOR

Beni en çok şaşırtan olaylardan biri de 1-2 sezon üst düzey performans göstermiş oyuncuların, bundan 4-5 sene sonra nerede olduklarına bakmak için haritaya bakmak gereği duymamızdır. Bu durum Türkiye’de olduğu kadar dünyada da yaygın. İşte bu yüzden, aldıkları paraların çok abartılı olduğunu düşünsem de, Cristiano Ronaldo ve Lionel Messi gibi oyuncular bu oyunun hakkını sonuna kadar veriyorlar. Yeteneklerinin ne kadar büyük olduğunun farkındalar. Hayatlarını bu spordan kazandıklarıyla idame ettirdiklerini biliyorlar. Oyuna ve izleyenlere büyük saygıları var. Bu yüzden, mücadeleye fiziksel ve zihinsel olarak her an hazırlar.

İşte Türk futbolcusunun mantalite farkı burada ortaya çıkıyor. Özellikle Anadolu takımlarından çıkan oyuncular, (Bu arada, İstanbul takımlarında oynayanlar altyapıdan gelmiyorlarsa, bunlar da bu gruba dahildir.) dikkat çekebilmek adına biraz iyi performans gösterdilerse, istikrarlarını korumak konusunda son derece başarısızlar. Örnekleri çok. Ama aklıma gelen oyuncuların başında Okan Koç geliyor. Bu genç, Tuncay Şanlı ile Ümit Milli Takım’da ter döktüğü zamanlara dönmek için nelerini vermez kim bilir? Tuncay Şanlı kısıtlı altyapı eğitimiyle Premier Lig’de top koştururken, kendisi en son Adapazarı semalarında görüldü. Halbuki, çok büyük bir yetenekti. Yazık oldu.

Dünya futboluna da bakarsak, mesela Arjantin'de (ekonomik olarak sıkıntılı bir ülke olması da tesadüf değil sanırım) son yıllarda biraz parlayan her oyuncuyu (Ariel Ortega, Pablo Aimar,...), Lionel Messi hariç tabii ki, Diego Maradona ile karşılaştırdılar. Bu sadece insanların kendilerini daha iyi hissetmelerini sağlayan bir psikoloji. Her şeye rağmen, bir oyuncunun bir sene iyiyken diğer sene kötü olması onun yeteneğinin eksilmesinden değildir. O yine iyi bir oyuncudur. Ama diğer oyuncular yeteneklerinin üzerine koyarken, o oyuncu fiziksel olarak kendini sonraki sezonlara hazırlayamamıştır. Futbol artık teknik becerinin üzerine hızın ve fizik kuvvetin eklendiği bir spor. Bunlardan birinin eksikliği, oyuncuyu sahada handikaplı bir konuma getiriyor. Çünkü rakip takımda bu eksiklikleri değerlendirecek elbet bir tane silah oluyor. 

Türk futbolcusu sadece parasını hayatının sonuna kadar nasıl kullanması gerektiği konusunda aşama kaydetti, kaslarını değil. Tugay Kerimoğlu’nun 39 yaşını doldurmasına 3 ay kalana kadar oynaması bizim hatalarımızı görmek için aynaya bakmamız gerektiğini gösteriyor. Hakan Şükür bu konuda bir istisnaydı. Onu da oyundan soğutmak için yapmadıkları şey kalmadı. Ya hatalardan ders almayı bilmiyoruz ya da işimize gelmiyor. Türk futbolunun gelişmesi, dünya devleriyle boy ölçüşebilmesi için, Türk futbolcusu kendini bütün negatif dış etkenlerden soyutlamalı, oyununu geliştirmek için gereken bütün imkanları zorlamalı. Tabii ki, geçmiş kötü örnekleri de aklından hiç çıkarmamalı.

3 Kasım 2010 Çarşamba

YILDIZIMI RAHAT BIRAK!

Gareth Bale günümüz futbolunda önemli bir figür olma yolunda ilerliyor. 1989 doğumlu genç yıldız, 2006’da Galler tarihinin en genç milli oyuncusu oldu. 2007’de 5 milyon pound karşılığında Southampton’dan Tottenham’a geldi. Bu yaştaki çoğu genç oyuncu gibi yedek kulübesindeydi. 2009-2010 sezonunda Kamerunlu Benoit Assou-Ekotto’nun sakatlanmasıyla menajer Harry Redknapp ona şans verdi ve o günden beri yüzü daha çok gülüyor. Sakatlık sonucu oyuna giren ve formayı bir daha bırakmayan oyuncu örnekleri fazladır. Ama bu kesinlikle şans değildir. Sol kanadı baştan sona efektif şekilde kullanan oyuncu, sol bek olarak adlandırılamayacak kadar çok yönlü. En son Robero Carlos’un gençlik yıllarında gördüğümüz bu hareketlilik futbol dünyasına yeni bir heyecan getirdi.

Tabii, bir oyuncu bu kadar göze batınca dünya futbolunun büyük isimleri hemen onun için sıraya girdiler. Adı hemen Milan, Barcelona gibi takımlarla anılmaya başlandı. Ama olay burada başlıyor. Endüstiyel futbol varolduğundan beri büyük takımlarla küçük takımlar arasındaki fark giderek açıldı. Ayrıca, parası olan bir işadamı nispeten küçük bir takımı alıp ekonomik anlamda büyük bir takım haline getirebiliyor. Ama bahsettiğimiz takım Tottenham Hotspur (desteklediğim 3 takımdan biridir :). Her sene dünyanın en zengin kulüpleri listesinde ilk 20 arasında. Böyle değerli bir oyuncusunu hemen elden çıkartacağını sanmıyorum. Çıkartmaya ihtiyacı da yok.

Büyük takımların parlayan bir oyuncuya hemen saldırmalarının futbolun güzelliklerinden birini öldürdüğünü düşünüyorum. Ryan Giggs’in 1991’de ilk kez adım attığı Old Trafford’a 2010’da 37 yaşında çıkarken bile aynı heyecanı hissetmesi değil midir bizim sevdiğimiz? Ya da Bülent Korkmaz’ın 1979’da girdiği Florya’ya 2000’de UEFA Kupası’yla dönmesi hepsinden değerli değil mi? Takımlar kendi yıldızlarını yaratmalılar. Bu yüzden altyapılar çok önemli. Gareth Bale de her altyapı oyuncusuna örnek olabilecek bir isim. 21 yaşında Şampiyonlar Ligi’nde fırtınalar estirmek istiyorsanız, her gün üstüne bir şeyler katacak şekilde çalışmanız gerekir. O zaman hayalinizin takımıyla bir yerlere ulaşmak yolunda adımlar atabilirsiniz.

2 Kasım 2010 Salı

YENİ AMA DOĞRU ADAMLARA OLAN İHTİYAÇ

Bülent Uygun, yeni jenerasyonun umut vadeden teknik direktörlerindendi. İki senelik Sivasspor macerasıyla kendisine Türkiye’de hatırı sayılır bir yer edindi. Kişilik olarak çoğu kişi tarafından antipatik bulunsa da, sportif anlamdaki başarısı bunların üzerini örttü. Bu sene ise aldığı kişisel kararlarla spor dünyamızdaki insanların çarpıklıklarını gözler önüne serdi. Gaziantepspor’la sezon başında anlaşıp sezon başlamadan ayrılması, Bucaspor’un bütün takımını değiştirtip 7 hafta sonunda istifa etmesi, ardından 2 gün sonra Eskişehirspor’la anlaşması kendisi hakkında negatif düşünenleri bir kez daha haklı çıkarttı. Şimdi de hakkında eskiden uygunsuz menajerlik yaptığı konusunda soruşturma açıldı.

İster suçlu olsun, ister olmasın, bir kişinin hakkında bu kadar olumsuz haber çıkması insani açıdan kalplerde bir sızı yaratıyor. Spor dünyamızda, diğer sektörlerimizde olduğu gibi, bu kadar alengirli iş olması geleceğe olumlu bakamamızda en önemli etkenlerden. Mustafa Kemal Atatürk, o meşhur sözünü söylerken ne kadar ileri görüşlü olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor. O nasıl sporcunun zeki, çevik ve ahlaklısını seviyorsa, bu ülkenin insanı da daha iyisini hak ettiğine inanıyor. Bu yüzden, bu ülkenin gençlerini yetiştirirken yarışmacı sporcu olmalarından daha önemlisi, iyi niyetli insanlar olmalarıdır. Bunu başardığımızda hakemi aldatmaya yönelik hareketten dolayı çıkan sarı kartları görmeyiz artık. Kaybettiklerini sandıklarında aslında neler kazandıklarını anlamaları, onların medeni dünyada daha farklı yerlere gelmelerinde ön ayak olacaktır. Bunun bilincinde olan kişiler tarafından eğitilmeleri dileğiyle.  

1 Kasım 2010 Pazartesi

SEN NEREDE OYNAMIŞTIN?

Türkiye, gereğinden fazla şişirilmiş oyuncularla dolu her zaman. Geçmişten günümüze birçok oyuncu Anadolu takımlarında biraz sivrildikten sonra kapağı hemen İstanbul’a atmak istedi. Bazıları geldi ve çok başarılı oldu (Hakan Şükür, Ertuğrul Sağlam,…). Bazıları büyük ümitlerle geldi, hiç parlayamadı (Tarık Daşgün, Celil Sağır,…). Bazıları da senelerce gazete sayfalarını süsledi, sadece kendi reklamlarını yaptı. Sonra da İstanbul’a gelemeden sessiz sedasız futbola veda etti. Bu son gruptan çok fazla oyuncu var. Büyük ihtimalle, zamanında daha makul bir rakam isteselerdi, en azından bir üst seviyede kendilerini gösterme şansları olabilirdi. Tabii, bu bahsettiğimiz zaman (1990’lar), Anadolu takımlarının İstanbul’a daha çok savunma yapmak için geldikleri zamanlardı. O yüzden günümüzde oyuncuların bulundukları takımlarında kendilerini göstermeleri, herkes tarafından fark edilmeleri ve başarılarının takdir edilmesi için yeterli.

Geçtiğimiz sezonun şampiyonu Bursaspor’da da sivrilen iki oyuncu var: Sercan Yıldırım ve Volkan Şen. Bu iki oyuncu geçtiğimiz sezonda yaptıları büyük sıçramayla bir umut ışığı yarattılar. Ama Türk oyuncuların çoğunda bulunmayan profesyonellik anlayışı bu sezon onlar üzerinde de kendisini göstermeye başladı. Volkan Şen’in tartışmalı Amerika seyahati, bencil oyun stili; Sercan Yıldırım’ın bu seviyedeki bir forvet oyuncusuna yakışmayan şekilde kaçırdığı goller ve bunun altında yatan sebepler (?) insanların kafasında bir kez daha bu oyuncular hakkında soru işaretleri oluşmasına sebep oluyor. Bu oyuncular da sadece kısa bir dönemin oyuncuları olmaktan öteye gidemeyecekler mi? Bu eskiden çok önemli olmayabilirdi. Ama istikrarlı başarı beklediğimiz bir milli takımdan bahsedeceksek, fark yaratan oyuncuların çoğalması gerekiyor. Kısa bir parıltı bizi yanıltmaktan başka bir işe yaramıyor. Örneğin; bugün milli takım seviyesinde kendilerince çok başarılı olmasalar da (her turnuvada en azından çeyrek final gören bir takımdan bahsediyorum), İngiltere orta sahası yıllardır Steven Gerrard ve Frank Lampard’dan oluşuyor. Biz sahanın her bölgesinde “Burada yıllarca şu oyuncu banko oynar” diyemiyoruz. Çünkü o oyuncunun ne mental ne fiziksel gelişiminin bundan 5 yıl sonra da beklediğimiz gibi olup olamayacağından emin değiliz. Bizim çok iyi diye düşündüğümüz bir oyuncu, Avrupa arenasında çıkınca, sıradanlığıyla bizi hayal kırıklığına uğratabiliyor.

Acilen müdahale yapılması gerekenlerin başında bu konu geliyor. Ne yapıp edip, bütün oyuncularımıza gerekli müdahaleleri yapıp, saha içinde olduğu kadar, saha dışında da fark yaratan bireylere çevirmemiz lazım. Bu onların oyun içi zekalarını da geliştirecektir.

29 Ekim 2010 Cuma

BAŞARI ÖLÇÜTÜ

Yıllar sonra ilk kez bir İstanbul takımı bir Anadolu deplasmanına favori olmadan gidiyor. Bursaspor’un geçen sene ezberleri bozan şampiyonluğuyla artık 3 büyüklerin hegamonyasının yıkıldığı ve “Anadolu İhtilali” nin gerçekleştiği söylenir oldu. Bu da yıllardır bu 3 takımın karşısında ezilip büzülen takımları biraz olsun silkeledi. Bu akşam da henüz mağlubiyet yaşamamış son şampiyonun karşısına çıkıyor Fenerbahçe. Maçın zorlu geçeceği kesin. Ama önemli olan, şu anda yaşanan durumdur. Fenerbahçeli oyuncuların yaşadığı, ya da Bursaspor’un diğer takımlara yaşattığı psikolojidir. Şampiyonla oynamak farklı bir duygudur. Onu yenmenin verdiği haz başkadır. Zaten yıllardır Anadolu takımları 3 büyüklere karşı oynadıkları gibi diğer takımlara karşı oynasalardı, yeni bir şampiyon için bu kadar beklenmezdi. Bunu tabii ki artan gelirlerle takımların gelişmesine de bağlayabiliriz. Ama o sahaya çıkan oyuncu maçtan sonra alacağı primi düşünmez. Süper Lig’de oynayan bir oyuncunun belli bir kapasitede olması beklenir. Bu potansiyeli 3 büyükler dışında dışarıya en başarılı şekilde vuran takım Bursaspor oldu.

Bu konuyla bağlantılı olarak tartışılan bir diğer konu ise ligimizin kalitesinin düşüp düşmediği. Diğer takımlar mı daha iyi oldular, yoksa 3 büyükler mi kötüleştiler? Sert, fizik mücadeleye dayalı Spor Toto Süper Lig hala yurtdışında ilgi görür konumda değil. Zaten bunun ölçüsü Avrupa kupalarıdır. Beşiktaş dışındaki takımlarımızın çok erken havlu atması bizi aradığımız cevaba götürüyor. Siz burada ne kadar para harcarsanız harcayın, mücadelenizi Edirne’nin dışına taşıyamadığınız sürece bir anlam ifade etmiyor. Dünya takımı olmak sadece sözle veya ekonomik verilerle değil, Avrupa’daki bilinilirliğinizle oluyor. Bunun için de Şampiyonlar Ligi’nde ve UEFA Avrupa Ligi’nde en azından grupları geçmemiz gerekiyor. Her ne kadar UEFA Avrupa Ligi’nde finali hedefleyen çok takımımız olsa da, bunun o kadar kolay olmadığını yaşayarak öğreniyoruz.

28 Ekim 2010 Perşembe

GENÇ (!) SEMİH SAHADA

Son yıllarda hepimizin gözüne hoş gelen futbolu oynayan takımların başında Arsenal geliyor desem, herhalde yanılmamış olurum. Televizyon başında bu genç “topçular (gunners)”ın futbol topuyla yaptıkları dansı gıptayla izliyoruz. İzlerken de birbirimizi dürtüp “Abi, adamlar bu 18’likleri nasıl bulup ilk 11’e korkmadan koyuyor da, biz yapamıyoruz?” diye soruyoruz. En azından ben birçok kez bu muhabbete şahit oldum. 10 yıl önce UEFA Kupası’nı finalde kaybeden takım için dönüm noktası sanırım 2003’te Cesc Fabregas’ın takıma katılmasıdır. O zaman 16 yaşında olan İspanyol oyuncu kısa sürede liderlik özelliklerini gösterdi ve yanına katılan genç yeteneklerle yeni bir oluşumun başında yer aldı. Bugün bu takım, uzun yıllardır yan yana oynayan birçok genç oyuncuyla, bir makine düzeninde işleyen efsane bir kadro olma yolunda ilerliyor.

Türkiye’ye dönersek… Futbol izleyicisi bu takımı bu kadar dikkatle takip ediyor da, oyuncular veya kulüp yönetimleri etmiyor mu? Her yeni gelen teknik direktörü kamuoyuna anlatırken “Altyapıya çok önem vermesi de seçimimizde etkili oldu” cümlesi basın toplantılarının vazgeçilmezlerindendir. Ama son 10 senede kaç tane genç yetenek çıktı? 10 tane bulamazsınız. Bulduklarımız da nereden nereye geldi? “Genç” Semih Şentürk’e yapılanlardan bahsetmek dahi istemiyorum! 70 milyonluk bir ülkeden bahsediyoruz. Bu ülkenin her şehrinden 1 tane süper yeteneğin çıkması işten bile değil. Bu arada, artık her şeye kolaylıkla ulaşılabilen dünyada gurbetçi gençlerimizi keşfetmek de çok zor değil. Sadece biraz eli çabuk tutmak ve organize olmak gerekiyor.

Böyle bir ortamda Kayserispor’u kutlamak gerekir diye düşünüyorum. 2005’te Ertuğrul Sağlam’la başlayan istikrarlı gelişimini her sene üzerine katarak devam ettiren takımda 27 kişilik kadronun yaş ortalaması 24,5 (yılların kalecisi Souleymanou Hamidou’nun ortalamaya 37 yaşlık bir katkı sağladığını belirtelim). 1988 ve altı doğumlu 12 oyuncu var. Teknik Direktör Shota Arveladze boşuna Louis van Gaal’in yardımcısı olmadığını göstererek mükemmel işler çıkartıyor. Demek ki sadece bulmak değil, bulduğunu doğru kullanmak da lazım. Kimbilir, belki de Kayserispor bu ülkenin (kadro yapısı anlamında) Arsenal’i olabilir.

Bu işlerin ne kadar ciddiyet gerektirdiğini kavradığımız anda takımlarımız bir basamak daha atlayacaklar. Bu işe ne kadar ciddi eğilirsek, geri dönüşümü de o kadar etkili olur. Aksi takdirde, “Arsené Wenger 15 yaşında yeni bir Türk oyuncu keşfetmiş” diye dövünmeye devam ederiz. “Siz o sırada nerelerdeydiniz?” diye sorarlar adama.         

27 Ekim 2010 Çarşamba

SADECE BİR TOPUN PEŞİNDE Mİ?

Futbol, 22 adamın bir topun peşinden koştuğu bir oyundan çok daha fazlasıdır. İçinde hiçbir zaman tam olarak anlaşılamayacak, çok farklı gizemler taşır. Geçirdiği evrim itibariyle bir spordan fazlası olmuştur. Kulübünün ona yaptığı haksızlığı mahkemeye taşıyarak, dünyada sporun akışını değiştiren Jean-Marc Bosman’la (Bosman davası) hayatımıza giren “Endüstriyel Futbol” dünyanın en sevdiği, halkın sporunu bir anda multi-milyarderlerin yeni eğlence aracına dönüştürdü. Kendisi her ne kadar hakkını arayan bir adamsa da, işler onun kontrolünden çıktı ve futbol dünyası bugün tamamen gereğinden fazla şişirilmiş fiyatlı oyuncularla dolu, paranın her şeyden önemli olduğu, taraftarın bile buna göre şekillendirildiği bir yer oldu.

Yetenekli bir oyuncuyu elinden kaçırmamak için yapılan, 100’lerce milyon Euro’luk fesih maddeleri içeren sözleşmeler, artık işin tadının kaçtığının belgesi. Bu oyuncuların oldukları takımlar sürekli kazanmak istiyor. Her şeyi kazanmak için savunmanın ön planda olduğu bir futbol gelişiyor. Buna karşılık FIFA maçlarda daha çok gol olsun diye olmadık kurallar icat etmeye çalışıyor. Sanırım insanların Pelé, Diego Maradona, Michel Platini gibi oyunculara duydukları özlem, öngörülen sorunun cevaplarını da içinde barındırıyor. 4 sene önce futbol hayatına nokta koyan Zinedine Zidane’ın bir benzerini bile izlemek için kaç sene bekleyeceğimiz bir muamma.

Alex Ferguson, Jose Mourinho, Johann Cruijff, Eric Cantona, Gary Lineker,… Bunlar benim hayranlıkla izlediklerimden sadece birkaçı. Adını sayamadığım yüzlercesi var. Hepsi de bu oyuna bir güzellik katabilmek için zihinlerini ve bedenlerini yordular ve hala yoruyorlar. Her ne kadar Bosman öncesi her şey daha güzelse de (takım ruhu, daha az para, daha çok milli duygular,…), bu oyun belki de kainatın sonuna kadar insanoğlunun en büyük eğlencesi olacak. Herkesin bunu unutmadan hareket etmesi dileğiyle…

25 Ekim 2010 Pazartesi

BÜYÜK BİR DÖNEMECİN EŞİĞİNDE

Beşiktaş Jimnastik Kulübü 2010-2011 sezonunda çok farklı bir boyuta geçti. Önce Ricardo Quaresma, sonra Guti Hernandez ile Türk futboluna sezon öncesi getirilen heyecan, maçlar başladıktan sonra yerini keyifli bir gösteriye bıraktı. Her hafta bu sihirli ayakların neler yapacağını bekler olduk. Tabii bunun sonucunda, geçen sezon kellesi istenen Başkan Yıldırım Demirören artık taraftarların gözdesi oldu. Bunun ne kadar sağlıklı bir sevgi olduğu tartışılır, ama başkan taraftarın kalbine giden yolu gerekli kaynakları da yanına alarak buldu.

Asıl büyük bomba bugün patlatıldı. NBA sayı kralı ve MVP'si, gelmiş geçmiş en büyük oyunculardan Allen Iverson'ı Türkiye'ye getirmek başlı başına bir olaydır. Yönetimin vizyonunun ne kadar büyüdüğünün kanıtıdır. Beko Basketbol Ligi'nin talihinin değiştiği gündür bugün. Artık Avrupa'nın kalburüstü bütün oyuncuları Türkiye'den gelen teklifleri diğerlerinden önce dikkate alacak ve burada bulunmak isteyeceklerdir. Bu da takımlarımızı bir üst basamağa çıkartacak ve önümüzdeki 10 yıl içinde bir Avrupa Kupası'nın daha Türk basketboluna kazandırılmasına katkıda bulunacaklardır.

Büyük takımlar büyük oyunculardan oluşur. Yıldızlar, takımlarını bir üst seviyeye çıkartabilen oyunculardır. Kazanma alışkanlıkları vardır. Galatasaray, UEFA Kupası'nı alırken, kadroda Gheorghe Hagi, Claudio Taffarel ve Gheorghe Popescu vardı. Efes Pilsen, Koraç Kupası'nı kaldırırken bütün gözler Petar Naumoski'deydi. Bugün herkes onlar gibi "winner" oyuncuların hayaliyle yaşıyor. Beşiktaş Jimnastik Kulübü'ne bu hayalleri gerçeğe dönüştürdükleri için, sporun görsel bir şölen olduğunu bize tekrar hatırlattıkları için teşekkürlerimi sunuyorum.

24 Ekim 2010 Pazar

TERCÜME HATASI

İnsanların kullandığı kelimelerin ne kadar önemli olduğunu, ağızdan çıkan bir sözcüğün o kişiyi başkalarının gözünde nereden nereye getirebileceğini geçtiğimiz 1,5 senede Galatasaray'da yaşadık. Önce İngilizce tercüme yapan Mert Çetin'in geçen sezon Frank Rijkaard'ın tercümesinde yetersiz kalmasıyla bir "yalnız adam" figürü oluşmaya başladı. Gittikçe komik bir hal alan basın toplantıları Frank Rijkaard için ıstıraplı bir hal almaya başlamıştı. Kendini anlatmakta zorlanan bir spor adamı ve pusuda hata yapılmasını bekleyen basının galibi belli mücadelesi başlamıştı. Ama asıl sorun, Avrupa'nın en önemli kulüplerinden biri olduğunu düşündüğümüz Galatasaray'ın, yabancı hocasını doğru düzgün İngilizce konuşamayan (ya da anlayamayan diyelim) bir tercümana emanet etmesiydi. Her işte olduğumuz gibi bunda da bir alaturkalık yaşadık.

Bu sezon ise sorunun çözümünü buldular ya da bulduklarını zannettiler. Galatasaray'ın eski futbolcusu Mustafa Yücedağ, Hollandaca konuşabiliyordu. Frank Rijkaard da artık anlatmak istediklerini daha rahat dile getirebilecekti ya da biz öyle zannediyorduk. Maalesef Frank Rijkaard içinde bulunduğu durumu hiçbir zaman anlatamadı. Belki de anlatmak istemedi. Karşısındaki insanları bugüne kadar çalıştığı insanlar gibi zannetti. Ama biz farklıyız. Maalesef öyleyiz. Konu paraya gelince "Ben profesyonelim" diyen oyuncular, kulüp başkanlarıyla elleri ceplerinde "ağabey" muhabbeti yapabiliyor. Bir maç sonunda bir oyuncu "Ben insanlar bana güvenirse, daha iyi oynayacağımı söylemiştim." şeklinde bir açıklama yapabilme hakkını kendinde görebiliyor. Böyle bir gafletin oluşması büyük bir yönetim hatasıdır. Bu oyuncuların hiçbirinin nerede nasıl konuşacağını veya davranacağını bilememesi sporcu eğitimimizin eksikliğini gözler önüne seriyor.

Şimdi Galatasaray'ın başına nasıl gönderildiği unutulmayan Gheorghe Hagi geldi. O nasılsa "içimizden biri". "Gel" derler, gelir; "Git" derler, gider. Şimdi merakla beklediğim, oyuncuların bir sonraki maçta (maalesef Fenerbahçe deplasmanı) nasıl bir ruh halinde olacakları. Frank Rijkaard'ın, Mustafa Yücedağ'ın söylediği gibi, "sabote" edilip edilmediği, ki edildiyse, böyle bir oyuncu topluluğunun Galatasaray'da bulunmasından hicap duyarım. Son olarak da, sezon sonunda olası bir başarısızlıktan sonra Gheorghe Hagi'ye karşı nasıl bir davranış sergileneceği. Umarım sonunda, olan Tugay Kerimoğlu'na olmaz.

21 Ekim 2010 Perşembe

YİNE YENİDEN

Daha önce Türk teknik direktörlerin ne kadar çok takım çalıştırdığını ve çoğu zaman kendilerinin de bunun sayısını hatırlayamadığıyla ilgili bir şeyler karalamıştım. Şimdi işin yurtdışı ayağına geçiyorum. Türkiye’de bir takım ne zaman yabancı bir teknik direktör arasa, gazeteler hemen bir sene önceki başlıklarını atarlar. Modası geçmeyen adamlar vardır. Şimdi bunları hatırlayalım…

Mircea Lucescu : Türkiye’de iki büyük takımda şampiyonluk yaşamış, ikisinden de hak etmediği şekilde uzaklaştırılmış, beyefendi bir kişiliktir. Oyuncularla olan diyaloğunun üst seviyede olması onu farklı kılar. Oynattığı defansif futbolla futbol ulemalarımıza yaranamamıştır. Ama ne hikmetse, her sezon ilk kapısı çalınanlardandır. Zaten Shaktar Donetsk’in gayet zengin olan başkanı Rinat Ahmetov 6 sezondur kendisine 4 lig şampiyonluğu ve 1 UEFA Kupası kazandıran hocasından vazgeçmemiştir.

Christoph Daum : Her yaptığı olay olan Alman teknik adam, Beşiktaş’la adım attığı ülkemizde özellikle Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım’ın kendisine olan sevdasıyla bilinir. Ama o bu sevgiye karşılık kendisinin iki kere kalp krizi geçirmesine sebep olmuştur.

Georghe Hagi : Her büyük futbolcunun büyük hoca olamayacağına güzel bir örnektir. Yaşadığı anlamsız tartışmalarla akılda kalmıştır.

Bu örneklere başka isimler de eklenebilir (Graeme Souness, Eric Gerets,…). Bir de adı sürekli anılıp bir türlü Kapıkule’yi geçememiş olanlar var. Mesela Paul Le Guen, Winfried Schafer,… Bu adamlar da Türkiye’ye gelemeden kariyerleri dibe vurduğundan artık gündeme gelmiyorlar.

Mesela Galatasaray yine Gheorge Hagi’yi takımın başına getiriyor. Getirirken sebep de basit : “Ülke futbolunu biliyor. Oyuncuları tanıyor”. Bu kadar sığ bir bakış açısıyla kulüp yönetilirse, bir adım ileriye gidemeyiz. Aman bizi başka kimse tanımasın. Yeni, farklı bir teknik adam gelip ufkumuzu açmasın. Yöneticilerimiz de işlerini sağlama aldıkları için içleri rahat olsun!

20 Ekim 2010 Çarşamba

FATİH TERİM'DEN FRANZ BECKENBAUER OLUR MU?

“Fatih Terim nasıl bir Galatasaray’a ne şekilde gelir?” demiştim. Tabii ki gelip gelmeyeceğinin cevabı sorunun içinde gizliydi. Galatasaray ne kadar zor durumda olursa olsun, Fatih Terim bu Galatasaray’ın başına geçmezdi. Bugün de ondan gelecek haberi bekledim ve gelen haber beni yanıltmadı. Öncelikle Fatih Terim’in, başında teknik direktör olan bir takımın başına geçmediğini biliyoruz. Sezon başında bu takımın başında olmadığı ve bu takımı kendisi kurmadığı için, alınacak başarısızlığı üstlenmek istediğini sanmıyorum. Ve tabii ki bu hafta oynanacak bir Fenerbahçe maçı var. Bu maçın da büyük ihtimalle kaybedileceğini ve sonrasında muhatap olacağı durumları düşünürsek, neden bu uzun mücadeleye 1-0 mağlup başlasın ki?

Bahsetmek istediğim asıl konu, Fatih Terim’in Galatasaray’da artık teknik direktör değil, çok daha fazlası olacağıdır. Fatih Terim ileride Galatasaray’ın Franz Beckenbauer’i olmak istiyor. Türkiye’de bu kapasitede, futboldan gelmiş bir başkan yok. Ama inanıyorum ki, onun kafasındaki düşünce bu. Zaten kimseye hesap vermeyi sevmeyen bir insan olduğunu düşünürsek, bütün kulübün kontrolünü elinde tutup, gerektiğinde de sahaya inecek (yıllar önce Franz Beckenbauer de Bayern München’in başına tekrar geçmişti). Oyuna çok hakim olduğu için, takımın da üzerindeki etkisini daima hissettirecek. Galatasaray Spor Kulübü böyle bir düzene geçmekte çok sıkıntı çekmez. Bunun adına kulüp başkanlığı, sportif direktörlük veya futbol şube sorumluluğu, ne isterseniz diyebilirsiniz. Bu benim kişisel düşüncemdir. Olmalı mı, bilemiyorum. Ama Galatasaray’ın yönetimsel anlamda bugünkünden farklı olmak zorunda olduğu kesin.