29 Ekim 2010 Cuma

BAŞARI ÖLÇÜTÜ

Yıllar sonra ilk kez bir İstanbul takımı bir Anadolu deplasmanına favori olmadan gidiyor. Bursaspor’un geçen sene ezberleri bozan şampiyonluğuyla artık 3 büyüklerin hegamonyasının yıkıldığı ve “Anadolu İhtilali” nin gerçekleştiği söylenir oldu. Bu da yıllardır bu 3 takımın karşısında ezilip büzülen takımları biraz olsun silkeledi. Bu akşam da henüz mağlubiyet yaşamamış son şampiyonun karşısına çıkıyor Fenerbahçe. Maçın zorlu geçeceği kesin. Ama önemli olan, şu anda yaşanan durumdur. Fenerbahçeli oyuncuların yaşadığı, ya da Bursaspor’un diğer takımlara yaşattığı psikolojidir. Şampiyonla oynamak farklı bir duygudur. Onu yenmenin verdiği haz başkadır. Zaten yıllardır Anadolu takımları 3 büyüklere karşı oynadıkları gibi diğer takımlara karşı oynasalardı, yeni bir şampiyon için bu kadar beklenmezdi. Bunu tabii ki artan gelirlerle takımların gelişmesine de bağlayabiliriz. Ama o sahaya çıkan oyuncu maçtan sonra alacağı primi düşünmez. Süper Lig’de oynayan bir oyuncunun belli bir kapasitede olması beklenir. Bu potansiyeli 3 büyükler dışında dışarıya en başarılı şekilde vuran takım Bursaspor oldu.

Bu konuyla bağlantılı olarak tartışılan bir diğer konu ise ligimizin kalitesinin düşüp düşmediği. Diğer takımlar mı daha iyi oldular, yoksa 3 büyükler mi kötüleştiler? Sert, fizik mücadeleye dayalı Spor Toto Süper Lig hala yurtdışında ilgi görür konumda değil. Zaten bunun ölçüsü Avrupa kupalarıdır. Beşiktaş dışındaki takımlarımızın çok erken havlu atması bizi aradığımız cevaba götürüyor. Siz burada ne kadar para harcarsanız harcayın, mücadelenizi Edirne’nin dışına taşıyamadığınız sürece bir anlam ifade etmiyor. Dünya takımı olmak sadece sözle veya ekonomik verilerle değil, Avrupa’daki bilinilirliğinizle oluyor. Bunun için de Şampiyonlar Ligi’nde ve UEFA Avrupa Ligi’nde en azından grupları geçmemiz gerekiyor. Her ne kadar UEFA Avrupa Ligi’nde finali hedefleyen çok takımımız olsa da, bunun o kadar kolay olmadığını yaşayarak öğreniyoruz.

28 Ekim 2010 Perşembe

GENÇ (!) SEMİH SAHADA

Son yıllarda hepimizin gözüne hoş gelen futbolu oynayan takımların başında Arsenal geliyor desem, herhalde yanılmamış olurum. Televizyon başında bu genç “topçular (gunners)”ın futbol topuyla yaptıkları dansı gıptayla izliyoruz. İzlerken de birbirimizi dürtüp “Abi, adamlar bu 18’likleri nasıl bulup ilk 11’e korkmadan koyuyor da, biz yapamıyoruz?” diye soruyoruz. En azından ben birçok kez bu muhabbete şahit oldum. 10 yıl önce UEFA Kupası’nı finalde kaybeden takım için dönüm noktası sanırım 2003’te Cesc Fabregas’ın takıma katılmasıdır. O zaman 16 yaşında olan İspanyol oyuncu kısa sürede liderlik özelliklerini gösterdi ve yanına katılan genç yeteneklerle yeni bir oluşumun başında yer aldı. Bugün bu takım, uzun yıllardır yan yana oynayan birçok genç oyuncuyla, bir makine düzeninde işleyen efsane bir kadro olma yolunda ilerliyor.

Türkiye’ye dönersek… Futbol izleyicisi bu takımı bu kadar dikkatle takip ediyor da, oyuncular veya kulüp yönetimleri etmiyor mu? Her yeni gelen teknik direktörü kamuoyuna anlatırken “Altyapıya çok önem vermesi de seçimimizde etkili oldu” cümlesi basın toplantılarının vazgeçilmezlerindendir. Ama son 10 senede kaç tane genç yetenek çıktı? 10 tane bulamazsınız. Bulduklarımız da nereden nereye geldi? “Genç” Semih Şentürk’e yapılanlardan bahsetmek dahi istemiyorum! 70 milyonluk bir ülkeden bahsediyoruz. Bu ülkenin her şehrinden 1 tane süper yeteneğin çıkması işten bile değil. Bu arada, artık her şeye kolaylıkla ulaşılabilen dünyada gurbetçi gençlerimizi keşfetmek de çok zor değil. Sadece biraz eli çabuk tutmak ve organize olmak gerekiyor.

Böyle bir ortamda Kayserispor’u kutlamak gerekir diye düşünüyorum. 2005’te Ertuğrul Sağlam’la başlayan istikrarlı gelişimini her sene üzerine katarak devam ettiren takımda 27 kişilik kadronun yaş ortalaması 24,5 (yılların kalecisi Souleymanou Hamidou’nun ortalamaya 37 yaşlık bir katkı sağladığını belirtelim). 1988 ve altı doğumlu 12 oyuncu var. Teknik Direktör Shota Arveladze boşuna Louis van Gaal’in yardımcısı olmadığını göstererek mükemmel işler çıkartıyor. Demek ki sadece bulmak değil, bulduğunu doğru kullanmak da lazım. Kimbilir, belki de Kayserispor bu ülkenin (kadro yapısı anlamında) Arsenal’i olabilir.

Bu işlerin ne kadar ciddiyet gerektirdiğini kavradığımız anda takımlarımız bir basamak daha atlayacaklar. Bu işe ne kadar ciddi eğilirsek, geri dönüşümü de o kadar etkili olur. Aksi takdirde, “Arsené Wenger 15 yaşında yeni bir Türk oyuncu keşfetmiş” diye dövünmeye devam ederiz. “Siz o sırada nerelerdeydiniz?” diye sorarlar adama.         

27 Ekim 2010 Çarşamba

SADECE BİR TOPUN PEŞİNDE Mİ?

Futbol, 22 adamın bir topun peşinden koştuğu bir oyundan çok daha fazlasıdır. İçinde hiçbir zaman tam olarak anlaşılamayacak, çok farklı gizemler taşır. Geçirdiği evrim itibariyle bir spordan fazlası olmuştur. Kulübünün ona yaptığı haksızlığı mahkemeye taşıyarak, dünyada sporun akışını değiştiren Jean-Marc Bosman’la (Bosman davası) hayatımıza giren “Endüstriyel Futbol” dünyanın en sevdiği, halkın sporunu bir anda multi-milyarderlerin yeni eğlence aracına dönüştürdü. Kendisi her ne kadar hakkını arayan bir adamsa da, işler onun kontrolünden çıktı ve futbol dünyası bugün tamamen gereğinden fazla şişirilmiş fiyatlı oyuncularla dolu, paranın her şeyden önemli olduğu, taraftarın bile buna göre şekillendirildiği bir yer oldu.

Yetenekli bir oyuncuyu elinden kaçırmamak için yapılan, 100’lerce milyon Euro’luk fesih maddeleri içeren sözleşmeler, artık işin tadının kaçtığının belgesi. Bu oyuncuların oldukları takımlar sürekli kazanmak istiyor. Her şeyi kazanmak için savunmanın ön planda olduğu bir futbol gelişiyor. Buna karşılık FIFA maçlarda daha çok gol olsun diye olmadık kurallar icat etmeye çalışıyor. Sanırım insanların Pelé, Diego Maradona, Michel Platini gibi oyunculara duydukları özlem, öngörülen sorunun cevaplarını da içinde barındırıyor. 4 sene önce futbol hayatına nokta koyan Zinedine Zidane’ın bir benzerini bile izlemek için kaç sene bekleyeceğimiz bir muamma.

Alex Ferguson, Jose Mourinho, Johann Cruijff, Eric Cantona, Gary Lineker,… Bunlar benim hayranlıkla izlediklerimden sadece birkaçı. Adını sayamadığım yüzlercesi var. Hepsi de bu oyuna bir güzellik katabilmek için zihinlerini ve bedenlerini yordular ve hala yoruyorlar. Her ne kadar Bosman öncesi her şey daha güzelse de (takım ruhu, daha az para, daha çok milli duygular,…), bu oyun belki de kainatın sonuna kadar insanoğlunun en büyük eğlencesi olacak. Herkesin bunu unutmadan hareket etmesi dileğiyle…

25 Ekim 2010 Pazartesi

BÜYÜK BİR DÖNEMECİN EŞİĞİNDE

Beşiktaş Jimnastik Kulübü 2010-2011 sezonunda çok farklı bir boyuta geçti. Önce Ricardo Quaresma, sonra Guti Hernandez ile Türk futboluna sezon öncesi getirilen heyecan, maçlar başladıktan sonra yerini keyifli bir gösteriye bıraktı. Her hafta bu sihirli ayakların neler yapacağını bekler olduk. Tabii bunun sonucunda, geçen sezon kellesi istenen Başkan Yıldırım Demirören artık taraftarların gözdesi oldu. Bunun ne kadar sağlıklı bir sevgi olduğu tartışılır, ama başkan taraftarın kalbine giden yolu gerekli kaynakları da yanına alarak buldu.

Asıl büyük bomba bugün patlatıldı. NBA sayı kralı ve MVP'si, gelmiş geçmiş en büyük oyunculardan Allen Iverson'ı Türkiye'ye getirmek başlı başına bir olaydır. Yönetimin vizyonunun ne kadar büyüdüğünün kanıtıdır. Beko Basketbol Ligi'nin talihinin değiştiği gündür bugün. Artık Avrupa'nın kalburüstü bütün oyuncuları Türkiye'den gelen teklifleri diğerlerinden önce dikkate alacak ve burada bulunmak isteyeceklerdir. Bu da takımlarımızı bir üst basamağa çıkartacak ve önümüzdeki 10 yıl içinde bir Avrupa Kupası'nın daha Türk basketboluna kazandırılmasına katkıda bulunacaklardır.

Büyük takımlar büyük oyunculardan oluşur. Yıldızlar, takımlarını bir üst seviyeye çıkartabilen oyunculardır. Kazanma alışkanlıkları vardır. Galatasaray, UEFA Kupası'nı alırken, kadroda Gheorghe Hagi, Claudio Taffarel ve Gheorghe Popescu vardı. Efes Pilsen, Koraç Kupası'nı kaldırırken bütün gözler Petar Naumoski'deydi. Bugün herkes onlar gibi "winner" oyuncuların hayaliyle yaşıyor. Beşiktaş Jimnastik Kulübü'ne bu hayalleri gerçeğe dönüştürdükleri için, sporun görsel bir şölen olduğunu bize tekrar hatırlattıkları için teşekkürlerimi sunuyorum.

24 Ekim 2010 Pazar

TERCÜME HATASI

İnsanların kullandığı kelimelerin ne kadar önemli olduğunu, ağızdan çıkan bir sözcüğün o kişiyi başkalarının gözünde nereden nereye getirebileceğini geçtiğimiz 1,5 senede Galatasaray'da yaşadık. Önce İngilizce tercüme yapan Mert Çetin'in geçen sezon Frank Rijkaard'ın tercümesinde yetersiz kalmasıyla bir "yalnız adam" figürü oluşmaya başladı. Gittikçe komik bir hal alan basın toplantıları Frank Rijkaard için ıstıraplı bir hal almaya başlamıştı. Kendini anlatmakta zorlanan bir spor adamı ve pusuda hata yapılmasını bekleyen basının galibi belli mücadelesi başlamıştı. Ama asıl sorun, Avrupa'nın en önemli kulüplerinden biri olduğunu düşündüğümüz Galatasaray'ın, yabancı hocasını doğru düzgün İngilizce konuşamayan (ya da anlayamayan diyelim) bir tercümana emanet etmesiydi. Her işte olduğumuz gibi bunda da bir alaturkalık yaşadık.

Bu sezon ise sorunun çözümünü buldular ya da bulduklarını zannettiler. Galatasaray'ın eski futbolcusu Mustafa Yücedağ, Hollandaca konuşabiliyordu. Frank Rijkaard da artık anlatmak istediklerini daha rahat dile getirebilecekti ya da biz öyle zannediyorduk. Maalesef Frank Rijkaard içinde bulunduğu durumu hiçbir zaman anlatamadı. Belki de anlatmak istemedi. Karşısındaki insanları bugüne kadar çalıştığı insanlar gibi zannetti. Ama biz farklıyız. Maalesef öyleyiz. Konu paraya gelince "Ben profesyonelim" diyen oyuncular, kulüp başkanlarıyla elleri ceplerinde "ağabey" muhabbeti yapabiliyor. Bir maç sonunda bir oyuncu "Ben insanlar bana güvenirse, daha iyi oynayacağımı söylemiştim." şeklinde bir açıklama yapabilme hakkını kendinde görebiliyor. Böyle bir gafletin oluşması büyük bir yönetim hatasıdır. Bu oyuncuların hiçbirinin nerede nasıl konuşacağını veya davranacağını bilememesi sporcu eğitimimizin eksikliğini gözler önüne seriyor.

Şimdi Galatasaray'ın başına nasıl gönderildiği unutulmayan Gheorghe Hagi geldi. O nasılsa "içimizden biri". "Gel" derler, gelir; "Git" derler, gider. Şimdi merakla beklediğim, oyuncuların bir sonraki maçta (maalesef Fenerbahçe deplasmanı) nasıl bir ruh halinde olacakları. Frank Rijkaard'ın, Mustafa Yücedağ'ın söylediği gibi, "sabote" edilip edilmediği, ki edildiyse, böyle bir oyuncu topluluğunun Galatasaray'da bulunmasından hicap duyarım. Son olarak da, sezon sonunda olası bir başarısızlıktan sonra Gheorghe Hagi'ye karşı nasıl bir davranış sergileneceği. Umarım sonunda, olan Tugay Kerimoğlu'na olmaz.

21 Ekim 2010 Perşembe

YİNE YENİDEN

Daha önce Türk teknik direktörlerin ne kadar çok takım çalıştırdığını ve çoğu zaman kendilerinin de bunun sayısını hatırlayamadığıyla ilgili bir şeyler karalamıştım. Şimdi işin yurtdışı ayağına geçiyorum. Türkiye’de bir takım ne zaman yabancı bir teknik direktör arasa, gazeteler hemen bir sene önceki başlıklarını atarlar. Modası geçmeyen adamlar vardır. Şimdi bunları hatırlayalım…

Mircea Lucescu : Türkiye’de iki büyük takımda şampiyonluk yaşamış, ikisinden de hak etmediği şekilde uzaklaştırılmış, beyefendi bir kişiliktir. Oyuncularla olan diyaloğunun üst seviyede olması onu farklı kılar. Oynattığı defansif futbolla futbol ulemalarımıza yaranamamıştır. Ama ne hikmetse, her sezon ilk kapısı çalınanlardandır. Zaten Shaktar Donetsk’in gayet zengin olan başkanı Rinat Ahmetov 6 sezondur kendisine 4 lig şampiyonluğu ve 1 UEFA Kupası kazandıran hocasından vazgeçmemiştir.

Christoph Daum : Her yaptığı olay olan Alman teknik adam, Beşiktaş’la adım attığı ülkemizde özellikle Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım’ın kendisine olan sevdasıyla bilinir. Ama o bu sevgiye karşılık kendisinin iki kere kalp krizi geçirmesine sebep olmuştur.

Georghe Hagi : Her büyük futbolcunun büyük hoca olamayacağına güzel bir örnektir. Yaşadığı anlamsız tartışmalarla akılda kalmıştır.

Bu örneklere başka isimler de eklenebilir (Graeme Souness, Eric Gerets,…). Bir de adı sürekli anılıp bir türlü Kapıkule’yi geçememiş olanlar var. Mesela Paul Le Guen, Winfried Schafer,… Bu adamlar da Türkiye’ye gelemeden kariyerleri dibe vurduğundan artık gündeme gelmiyorlar.

Mesela Galatasaray yine Gheorge Hagi’yi takımın başına getiriyor. Getirirken sebep de basit : “Ülke futbolunu biliyor. Oyuncuları tanıyor”. Bu kadar sığ bir bakış açısıyla kulüp yönetilirse, bir adım ileriye gidemeyiz. Aman bizi başka kimse tanımasın. Yeni, farklı bir teknik adam gelip ufkumuzu açmasın. Yöneticilerimiz de işlerini sağlama aldıkları için içleri rahat olsun!

20 Ekim 2010 Çarşamba

FATİH TERİM'DEN FRANZ BECKENBAUER OLUR MU?

“Fatih Terim nasıl bir Galatasaray’a ne şekilde gelir?” demiştim. Tabii ki gelip gelmeyeceğinin cevabı sorunun içinde gizliydi. Galatasaray ne kadar zor durumda olursa olsun, Fatih Terim bu Galatasaray’ın başına geçmezdi. Bugün de ondan gelecek haberi bekledim ve gelen haber beni yanıltmadı. Öncelikle Fatih Terim’in, başında teknik direktör olan bir takımın başına geçmediğini biliyoruz. Sezon başında bu takımın başında olmadığı ve bu takımı kendisi kurmadığı için, alınacak başarısızlığı üstlenmek istediğini sanmıyorum. Ve tabii ki bu hafta oynanacak bir Fenerbahçe maçı var. Bu maçın da büyük ihtimalle kaybedileceğini ve sonrasında muhatap olacağı durumları düşünürsek, neden bu uzun mücadeleye 1-0 mağlup başlasın ki?

Bahsetmek istediğim asıl konu, Fatih Terim’in Galatasaray’da artık teknik direktör değil, çok daha fazlası olacağıdır. Fatih Terim ileride Galatasaray’ın Franz Beckenbauer’i olmak istiyor. Türkiye’de bu kapasitede, futboldan gelmiş bir başkan yok. Ama inanıyorum ki, onun kafasındaki düşünce bu. Zaten kimseye hesap vermeyi sevmeyen bir insan olduğunu düşünürsek, bütün kulübün kontrolünü elinde tutup, gerektiğinde de sahaya inecek (yıllar önce Franz Beckenbauer de Bayern München’in başına tekrar geçmişti). Oyuna çok hakim olduğu için, takımın da üzerindeki etkisini daima hissettirecek. Galatasaray Spor Kulübü böyle bir düzene geçmekte çok sıkıntı çekmez. Bunun adına kulüp başkanlığı, sportif direktörlük veya futbol şube sorumluluğu, ne isterseniz diyebilirsiniz. Bu benim kişisel düşüncemdir. Olmalı mı, bilemiyorum. Ama Galatasaray’ın yönetimsel anlamda bugünkünden farklı olmak zorunda olduğu kesin.

19 Ekim 2010 Salı

KARAR MERCİİ

Galatasaray, üzerinde tez çalışması yapılabilecek bir kulüp. Türkiye’nin Avrupa’ya açılan penceresi dediğimiz 105 yıllık camia, 1984-2002 arasındaki büyük sıçramasının meyvelerini yıllarca yiyebilecekken, 8 yılda bütün bu temeli yıktı. Şimdi başında dünyanın sayılı futbol adamlarından biri olan Frank Rijkaard olmasına rağmen, ne yapsa olmuyor. Artık insanlar suçu başkasına atmaktan vazgeçip, sorumluluklarını yerine getirmek zorundalar.

Türkiye’de spor kulübü başkanlarının karar vermesi gereken bir durum var. Nerede durmaları gerektiği? İtalya’da başkanlar çoğu zaman o takımların sahibi. Haliyle, onlar ne derse, o oluyor. İngiltere’de başkanın kim olduğunu çoğu zaman bilmeyiz. Çünkü takımın her şeyiyle menajer (teknik direktör) ilgileniyor. Türkiye ise, başlı başına bir olay. Başkan her şeyin içinde, ama olayı profesyonellere bıraktığını söylüyor. Bir yandan da kendi bildiğini okuyor. Adnan Polat da buna bir örnek. İkinci Başkan olduğu dönemlerde yaptığı enteresan işleri başkanlığı döneminde tekrarlayamadı. Başarılı olmasına rağmen, Haldun Üstünel’i istifaya zorlaması; başarısız olmasına rağmen, Adnan Sezgin’de bu kadar ısrar etmesi, kendisini taraftar ve camia önünde zor duruma düşürecek durumlardan sadece ikisi.

Bugünlerde Fatih Terim’in gelmesi konuşuluyor. Fatih Terim’in nasıl bir Galatasaray’a ne şekilde gelmesi gerektiği bir sonraki yazının konusu…

YÖNETEMİYORUZ

Türkiye’de spor kulübü yönetmek çok enteresan bir iş. İşi bilsin veya bilmesin, parası olan herkes yönetici olabilir. Bunun için herhangi bir eğitime ihtiyacı yoktur. İlişkilerinin biraz kuvvetli olması yeterlidir. Çünkü futbolla siyaset çok fazla iç içedir. İki tarafın da birbirine ihtiyacı olduğu zamanlar gelebilir. Futbolun pastası çok büyük olduğundan, bu pastadan pay almak onların da doğal hakkıdır.

Takımlarımızın Avrupa’da başarısız olmasının ana sebebi, yöneticilerin beceriksizliğidir. Avrupa’da adı duyulmuş, ama geldiği takımda neden oynayamadığı çok fazla sorgulanmamış oyuncuları getirip havaalanına o saatte işleri olmayan yüzlerce adamı toplarlar. Bundan sonra da “Ben yapacağımı yaptım. Başarılı skorlar görelim artık” deyip olayları izlemekle yetinirler. Avrupa futbolu başarılı yönetim örnekleriyle doludur. Olympique Lyon, bu kulüplerin başında gelir. Belki de Türk kulüplerinin örnek alınması gereken ilk kulüptür. 1950 yılında kurulmuş, 2002-2008 arasında 7 sene üst üste Fransa Şampiyonu olmuş, 2010’da Şampiyonlar Ligi’nde yarı final görmüştür. 10 sene önce adı anılmayan bir kulüpken, şu anda dünyanın en başarılı 10 kulübü içinde yer alması şansla açıklanamaz sanırım. Jean-Michel Aulas’ın başkanlığı incelenmesi gereken bir olaydır.

Türkiye’nin “Avrupa’nın Katar’ı” olması, bize kısa vadede iyi bir rüzgar getirse de, uzun vadede hiçbir fayda sağlamayacak gibi görünüyor. Yöneticiler takımlara iyi bir “scout” sistemi getirmedikçe, hayalini kurduğumuz genç yetenekleri göremeyeceğiz. Kafalarını biraz kaldırsalar, dünyada bu işin nasıl yapıldığını, aslında ihtiyaçları olan şeylerin etraflarında da olduğunu görecekler. Ama sanırım kimsenin işine gelmiyor.  

9 Ekim 2010 Cumartesi

OĞUZ ÇETİN'İ ANLAYABİLMEK

Futbol yazarlarının başka bir isim üzerinden polemik yaratmasından hiç haz etmem. Sadece futbol yazarlarının değil, diğer yazarların da. Ama kişilerin kararları herkesin aidiyet duyduğu kurumları etkiliyorsa, insan bir şeyler demek gerektiğini hissediyor. Oğuz Çetin de benim için çözülmesi çok zor birisi. Fenerbahçe'nin beyefendi oyuncusu diye bilinen Oğuz Çetin, kendine has bir futbolcuydu. Benim pek beğendiğim bir tarzı yoktu. Kaçak güreşirdi. Ama Fenerbahçe'de kaptanlık yapmış, Türkiye koşullarında büyük bir oyuncuydu. Ali Şen onu 1996'da takımdan uzaklaştırdığında çoğu kişi bir anlam verememişti. Ama sanırım teknik adamlığında bunun sebeplerini biraz biraz göstermeye başladı. Önce Werner Lorant'ın yardımcılığı döneminde yaptığı açıklamalar, onun ayrılmasının hemen ardından takımın başına geçmesi, onun öncelikleri hakkında bir fikir veriyordu. Zaten Fernerbahçe'de çok başarısız bir dönem geçirmesi de sanırım önceki davranışının ilahi bir sonucuydu. Sonra A Milli Takım dönemi başladı. Fatih Terim ayrılırken, o kalıyordu. Hemen onun ardından da gazetelere demeçler vermeye başladı. Ben bir teknik adam ayrılırsa, yardımcılarının da onunla beraber ayrılması gerektiği düşüncesindeyim. Etik bunu gerektirir. Ama "Guus Hiddink onu istedi." derseniz, "Milli Takım yöneticileri onun varlığını sorgulamalıydı" derim.

Şimdi "Bu takımı Oğuz Çetin mi kuruyor?" diye düşünmekten kendini alamayanlar var. Guus Hiddink çok önemli bir teknik direktör. Oğuz Çetin'den direktif alması gerekmeyecek kadar kariyerli. Ama bize daha farklı dokunmalı. Bazı şeyleri değiştirdiğini hissettirmeli. Zaten Guus Hiddink'in buradaki görevi sona erdiğinde yine havada kapılacak. Yine bir dünya devinin başında olacak ya da bir dev yaratacak. Oğuz Çetin'in nerede olacağını ben tahmin edebiliyorum ama kendisi hangi hayallerle yaşıyor? Bunu merak ediyorum.  

8 Ekim 2010 Cuma

ALMANYA MAÇI ÜZERİNE

Bu akşam büyük bir mücadele izleyeceğiz. Dünyanın en güçlü takımlarından Almanya karşısına çıkacak olan Milli Takımımız bize büyük bir heyecan daha yaşatacak. Gruptaki ilk 2 maçı kazanmış olmanın verdiği özgüven bizi Almanlar karşısına daha inançlı çıkartıyor. Her ne kadar son günlerde Almanya'nın kazanma şansının çok yüksek olduğuna dair görüşler bildirilse de, buna katılmıyorum. Almanya-Türkiye önemli bir milli maçtır. Nasıl Türkiye-Yunanistan veya İngiltere-Almanya maçları sonuçları önceden kestirilemeyen maçlarsa, 90'ların ikinci yarısından itibaren Türkiye de Almanya için zorlu rakipler sınıfına girmiştir. Bunun bilincinde olan bir takımımız var. Bu yüzden, Arda Turan'ın oynamaması çok önemli değil. O sahaya çıkan her oyuncu her hamlede ne yapması gerektiğinin farkında olan sporcular. Böyle maçlara alışkınlar. Böyle maçlarda yorgunluk olmaz. Gol de yiyebiliriz, ama ayağa kalkacak gücümüz var. Başımızda da dünyanın sayılı teknik direktörlerinden birinin olması bize ayrı bir güven veriyor.

Bütün hafta medya, beklendiği üzere, Mesut Özil'e yoğunlaştı. Ondan çıkartabileceği bütün haberleri aktardı. Genel bir kısır döngüde gelişti her şey. "Gol atarsa, ne yapacak?", "Almanya'yı neden seçtin?" gibi geyikler hafta boyunca sürdü. Profesyonel eğitimini Almanya'da almış bir oyuncudan bahsediyoruz. Bizim futbolcuların konu paraya geldiğinde bahsettiği "profesyonellik" değil söylediğim. Sahaya çıktığında bütün konsantresini karşı kaleye verecek bir adam, Mesut Özil. Görevini unutacağını zannetmiyorum. Forması için sonuna kadar mücadele edecektir. Bizim için önemli olan, en başta orta sahamızın oyuna ağırlığını koymasıdır. Oyunun kontrolü buradan geçer. Bunun için de Nuri Şahin'in, eğer oynarsa, kontrolü eline alması en büyük dileğim.

6 Ekim 2010 Çarşamba

BANA ACİL TEKNİK ADAM LAZIM!

Şimdi size bazı isimler ve bu isimler hakkında bazı istatistikler vereceğim.
Hikmet Karaman : 12 senelik profesyonel teknik direktör. 11 ayrı takım çalıştırmış. Rizespor ve Ankaragücü’nün başına 2’şer kez geçmiş.
Nurullah Sağlam : 7 senelik profesyonel teknik direktör. 5 ayrı takım çalıştırmış. Gaziantepspor ve Denizlispor’un başına 2’şer kez geçmiş.
Ziya Doğan : 11 senelik profesyonel teknik direktör. 7 ayrı takım çalıştırmış. Konyaspor, Trabzonspor ve Malatyaspor’un başına 2’şer kez geçmiş.
Ümit Kayıhan : 20 senelik profesyonel teknik direktör. 14 ayrı takım çalıştırmış. Göztepe ve Denizlispor’un başına 2’şer kez, Diyarbakırspor’un başına 3 kez geçmiş.
Yılmaz Vural (Beklenen Adam) : 24 senelik profesyonel teknik direktör. 18 ayrı takım çalıştırmış. Bursaspor’un başına 2 kez geçmiş.
Güvenç Kurtar : Kendisiyle ilgili gerekli bilgilere ulaşılamadı. Veritabanının bozulmuş olabileceğinden endişe ediliyor.

Bu liste böyle uzar gider. Saymadığım isimler unuttuğumdan değil, tekrar hatırlayıp sinirimiz bozulmasın diye. Tam bu konuyla ilgili bir yazı yazmayı düşünürken, bu hafta Bülent Uygun olayı patladı. Tam bize uygun bir durum diye düşündüm. Bir ülke düşünün ki, Avrupa futboluna kendini kabul ettirdiği son 20 senelik dönemde üç İstanbul takımı dışındakiler, takımlarını 10 kişiye emanet etmiş, sürekli bu kişiler arasında bir değiş-tokuş yaşanmış. Ve bu takımların çoğu küme düşme tehlikesini sürekli hissetmiş. İşin enteresanı, yöneticilerin takımlarını bu kişilere emanet ederken gerçekten bir umut besleyip beslemedikleri. Eğer umutlularsa, bu işi bilmiyorlar. Eğer umutsuzlarsa, samimiyetsiz ve yetersizler. Son senelerde de yeni nesil teknik direktörlerden bazıları bu devirdaime katılmaya başladılar. Yani bu tahminen 10 kişilik grup yeni üyeleriyle 15-20 kişi olma yolunda ilerliyor. Bülent Uygun da bu kişilerden birisi. Yaptığı şey, yukarıdaki isimler sayesinde, bizim gayet alışkın olduğumuz bir hareket. Ne ilk ne de son olacak. Ama acı olan, Eskişehirspor gibi, düne kadar birçok kişi tarafından sempatik bulunan bir takımın, yaptığı bu hareketle diğerlerinden hiçbir farkının olmadığını göstermesidir. Eskişehirspor küme düşerse, artık kimsenin buna üzüleceğini sanmıyorum.

Kendini yenileyemeyen, yöneticilerle ahbap-çavuş ilişkileri yüzünden haklarından olan, sonra da yabancı meslektaşlarına sallayan teknik direktörlerimizin ne zaman ve nasıl silkineceklerini merak ediyorum. Neden bir Alex Ferguson veya Arséne Wenger yaratamadığımızın cevabı sanırım gayet açık. Her zaman daha iyisini başarabileceğine inandığım Abdullah Avcı’yı İstanbul Büyükşehir Belediyespor’dan ayırmamak galiba herkes için en iyisi.

5 Ekim 2010 Salı

NURİ ŞAHİN (05/09/1988) vs. MESUT ÖZİL (15/10/1988)

Avrupa'nın en yetenekli oyuncularından ikisi. İkisi de birer mücevher gibi. Nuri Şahin, benim de kendi takımım dışında desteklediğim ilk takım olan, Borussia Dortmund'un tarihinde sahaya çıkan (06/08/2005) ve gol atan (26/11/2005) en genç futbolcu. Şu anda takımının simge futbolcularından biri olma yolunda ilerliyor. Mesut Özil ise, bilinen hikayeyle, Cassio Lincoln'ün cezası sonucunda forma şansı bulup bunu çok iyi kullandı. Sonunda Almanya'nın büyük takımlarından Werder Bremen'e transfer olup, burada maç kazandıran (winner) bir kimliğe büründü. Daha sonra başarılı bir Dünya Kupası sonunda Real Madrid'in yolunu tuttu. Milli takımların alt yaş gruplarında her ikisi de çok başarılı günler geçirdi. Sıra A Milli olmaya gelince, Nuri ŞahinTürkiye'yi seçerken, Mesut Özil doğduğu ülkeyi tercih etti. İşte bizim için asıl sorunlar bu aşamada başladı.

Nuri Şahin'in ilk A milli maçını Almanya'ya karşı oynayıp bir de gol atması onlar açısından oldukça ironik bir durumdu. O artık bizimdi. Ama Türkiye için acı, onun içinse eminim yıkıcı olan, onu henüz kullanamamış olmamız. Zaten yurtdışında yetişip Türk milli takımında oynamayı tercih edenleri kullanmakta pek başarılı olamadığımız bir gerçek. Mesela Mustafa İzzet ve Yıldıray Baştürk. Birisi FA Cup sahibi, diğeri genç yaşında Şampiyonlar Ligi finali oynamış iki oyuncuyu takıma adapte edemedik. Aynı şeyin Nuri Şahin için olmasından korkuyorum. Çünkü o farklı bir yetenek. Büyük bir oyun görüşü var. Şampiyonlar Ligi şampiyonu bir takım onu baştacı yaparken, bizim ona ihtiyacımız yokmuş gibi davranmamız komik oluyor.

Yeni nesil spor adamlarının eski milliyetçi söylemlerden kurtulup Mesut Özil'in tercihine saygı duyması bizim için güzel bir adım. Zaten Nuri Şahin'e böyle davranıp "Mesut Özil niye bizi seçmedi?" demekle Nuri Şahin'e biraz ayıp ederiz. Mesut Özil'in her başarısında içimde pişmanlıktan çok mutluluk var. Biraz da olsa bizden bir şeyler var onda.

Diğer tarafta, elimizde U-17'de bize Avrupa Şampiyonluğu ve Dünya Dördüncülüğü kazandırmış bir yetenek var. Milli takımın geleceğini bu çocuk üzerine kurmamız gerektiğinin umarım en kısa sürede farkına varırız. Almanlar bunun farkına vardı. O yüzden Mesut Özil diye birinden bahsediyoruz.

4 Ekim 2010 Pazartesi

TÜRKİYE'DE YABANCI OLMAK

Bu ülkede çalışmak çok zordur. Türkiye'ye yabancı olmakla başlar her şey. Havaalanından indikleri anda farkı hissetmeye başlarlar. Bir anda omuzlardalar. Zaten Türkiye'ye geldilerse, dünya çapında bir üne sahip olmaları gerekir. Yoksa yetersiz görülebilirler. Sanırsınız ki Türk takımları her sezon Avrupa Şampiyonluğu için mücadele ediyor da, gelenler bunu baltalıyor!

İnsanımızın tez canlılığı adamlara bir anda "Nereye geldim ben?" dedirtirken, ileriki aylarda yaşayacaklarından bihaber olmaları onlar için bir handikap yaratıyor. Buraya daha önce gelen arkadaşlarından bilgi almaları da önemli değil. Öyle bir ortam oluyor ki, onu da bir anda unutuyorlar. Birileri üşenmese de, havaalanında hangi oyuncu veya teknik direktör nasıl karşılanmış, sonra onu giderken kaç kişi, hangi şartlar altında uğurlamış, bunların belli bir zaman içindeki arşivini çıkartsa.

İşin enteresanı, onları da belli bir zaman içinde kendimize benzetmemiz. Benzeyemenler de arada kalmaktan yorulup, kendi içinde yaşadıkları sıkıntıları artık dışarıya vurmaktan kendilerini alamıyorlar. Bu şekilde aktaramayanlar ise saçmalamaya başlıyor. İşte son örnek: Frank Rijkaard. Avrupa'nın belki de en rahat insanlarının yaşadığı Hollanda'dan çıkan en önemli futbol adamlarından biri. Futbolcuyken en tepedeydi. Antrenörlükte de iyi olacağı belliydi. Johan Cruijff'un dokunuşuyla beklenenden daha kısa sürede en tepeye çıktı. Şimdi Galatasaray'da stres dolu günler geçiriyor. Bunun suçunu tek başına ona yükleyemeyiz. İyi kulüp olmak; o kulüpte çalışan herkesin birbiriyle ahenk içinde çalışmasıyla, aynı hedefe odaklanmış, vizyon sahibi insanların bir araya gelmesiyle mümkündür. Yöneticiler söylediklerinin arkasında durmalı, değişime ayak uydurmalılar. Yoksa Vicente Del Bosque geldi diye Real Madrid, Luis Aragones geldi diye İspanya, Frank Rijkaard geldi diye Barcelona olamazsınız. Tribünlerde hala buna inanan taraftarlar var ve yöneticiler insanların buna inanmasına göz yumuyorlar ve asıl beklentileri teknik adamlara aktaramıyorlar. Çünkü aktarırlarsa, bu yönetim şartlarında komik duruma düşeceklerini biliyorlar. Bu ülkeye yurtdışından en çok spor yöneticisi transfer edilmeli gibi görünüyor.

2 Ekim 2010 Cumartesi

AVRUPA HAFTASININ ARDINDAN

Glasgow Rangers - Bursaspor
Bu maçı izlerken, Şampiyonlar Ligi'nde oynamanın ne kadar akıl gerektirdiğinin bir kez daha farkına vardım. Rakip kaleye heyecanla gitmeye çalışan, ama rakip yarı sahaya geçince hücumda ne yapacağını bilemeyen, çoğalamayan bir Bursaspor vardı. Ortasaha oyuncularının kuvvetsizlikleri, forvetlerin duracakları yerleri bilememesi, pozisyon bulmakta ne kadar zorlanacağımızın habercisiydi. Zaten Dimitar Ivankov'un büyük hatasıyla yediğimiz gol, Glasgow Rangers'ın kalan dakikalarda istediği oyunu oynaması için yeterli fırsatı sundu. İlk yarıdaki tek tehlikemiz Gökçek Vederson'un 30. dakikadaki serbest vuruşuydu. 40. dakikada o zamana kadar yetersiz ve güçsüz olan Pablo Batalla yerini Federico Insua'ya bıraktı.

İkinci yarıda göze batan tek adam Federico Insua'ydı. O da asıl yeri olmamasına rağmen, ortasahadan hücuma top taşıma görevini üstlendi, ama Bursaspor hücumu yine yetersizdi. Volkan Şen'in gereksiz hareketleri, Madjid Bougherra'nın sağlam savunması maçtan aklımda kalan diğer detaylardı. Bursaspor'un oyuna giren diğer hücum oyuncuları Turgay Bahadır ve Leonel Nunez, Rangers savunması arasında kayboldular. En ciddi atağımızın 83. dakikada savunma oyuncusu Milan Stepanov'dan gelmesi birçok şeyi anlatıyor sanırım. O da bir savunmacıdan beklenen vuruşu yaptı. Ibrox'da hala topu arıyor olabilirler.

Umarım Bursaspor yönetimi kendini kandırmamıştır ve topun bizde daha çok olmasının daha iyi oldukları anlamına geldiğini zannetmiyorlardır. Çünkü maç sonunda radyoda dinlediğim yorumlarda bazı eski futbolcuların böyle dediklerini duydum ve yine "Başka bir maçı mı izledim acaba?" diye düşünmekten kendimi alamadım.

Rapid Wien - Beşiktaş JK
Bu sene Beşiktaş'ı izlemek büyük bir keyif benim için. Tabii en başta Ricardo Quaresma'yı. Şanssız bir şekilde sakatlanması ve yerini Filip Holosko'ya bıraktıktan sonra "Acaba takım bundan etkilenir mi?" derken, Bernd Schuster'in ekibinin bunlarda uğraşacak vakti yoktu. 51. dakikada defansın hatasıyla yenilen şanssız gol bile Beşiktaş'ı durduramadı. Takım olarak ne kadar iyi oynanabilirse o kadar iyiydiler. Fabian Ernst'in nefis ara pasıyla Filip Holosko'nun golü bulması galibiyet yolunu açtı. Fabian Ernst'in golün birebir aynısı pozisyonu iki kere daha hazırlamasına rağmen, Filip Holosko'nun anlamsız kahramanlık içgüdüleriyle golleri kaçırması büyük hatalarıydı. 83. dakikada Hakan Arıkan'ın mükemmel kurtarışı artık bu maçın galibinin adının Ernst Happel'e kazınmasıydı.

Beşiktaş öyle bir takım oldu ki, her an golü atabileceğini biliyorsunuz. Onlar da kendilerinden emin. Güçlerinin bilincindeler. "Sergen Yalçın'la Mehmet Özdilek bir arada oynar mı?" lardan buralara gelmek güzel. Bobo'nun nasıl forvet olunacağının dersini vermesi, ileride topu tutması, adam geçişi, Guti Hernandez'in bir "Galactico" olduğunu insanlara tekrar hatırlatması, Fabian Ernst'in kuvveti, Roberto Hilbert'in yerinde müdahaleleri, Rodrigo Tabata'nın bile topu kazanmak için verdiği uğraş... Bütün bunlar Beşiktaş'ın gücünün göstergeleri.