19 Aralık 2012 Çarşamba

ANALİZ-İ AZİZ

Kimin ne dediği hiç umrumda değil. Ben iyi bir gözlemci olduğuma inanırım. Karşımdaki insanın iyi veya kötü niyetini rahatlıkla anlayabileceğime inanırım. Bu piyasada da kimin "doğru", kimin "yanlış" adam olduğunu az çok görebiliyorum. Futbol sevdamın temeli 1980'li yılların ikinci yarısını geride bırakalı çok oldu. O zamanlar öğlen maçları, yarı yarıya tribünler, futbolcu kaçırmalar falan vardı. Enteresan demeçleriyle Ali Şen vardı. Arada güzel güldürürdü. Tabii ki teşvik primleri, devletin futbol üzerindeki eli gibi olgular da ortaya çıkmıştı. Çünkü buradaki rant yeni yeni büyümeye başlamıştı. Peki şimdi ne var? Şimdi herkesten ve her şeyden kudretli olduğunu sanan bir Aziz Yıldırım var! O yılları da görmüş gerçi. Futbol Şube Sorumluluğu yapıyormuş. Resimlere bakınca fark ediliyor. Ama bugünlerin hırsını biriktirmiş içinde. Fazla ön plana çıkmamış.

Dün geceki konuşmasıyla bir kez daha gündeme oturdu. Uzun zamandır sesinin çıkmamasını mahkeme sonuçlarının açıklanmasının yaklaşmasına bağlıyorum. Gerçi mahkemeden çıkınca da açıklayacaklarıyla ülkeyi sarsacağını söylüyordu, sonucun ne olduğunu hep beraber gördük. Sanırım iki kere başkanlıktan istifa etti. Milletin peşinden ağlayıp geri çağırmasını bekledi. O paraları ödeyecek başka bir salak olmadığı için de geri geldi. Zaten kurduğu yapı ile yönetim onun hakkıdır. Gelen adamın da hesabın içinden çıkabileceğini sanmıyorum. Neyse, gelelim dünkü konuşmalara. Kim "psikolojik üstünlük" demişse, iyi halt etmiş! Arkadaşın eline yeni bir oyuncak verildi. "Galatasaraylılar 12 yıldır UEFA Kupası'nı konuşuyor" denilirken (sanki bu kupayı kazanmak çok kolay bir şeymiş ve her sene bir Türk takımı kupanın ucundan dönüyormuş gibi), beyler 10 senedir "6-0" demekten bir adım öteye gidemedi. Karakter eksikliği olduğunu düşünüyorum zaten, ama bu kadar kompleksli olması araştırılmaya değer. İsviçreli bilim adamlarını göreve davet ediyorum! Zaten aklı selim Fenerbahçe taraftarları olan bitenden ne kadar rahatsız olduklarını hemen belli ettiler. Onu alkışlayan şakşakçıları yine yanlışları görmek istemeyenler.

Şunu anlamakta çok zorlanıyorum. Hayatındaki tek değer Fenerbahçe olan birine nasıl sağlıklı bir insan gözüyle bakabilirsiniz? Ben de takımımı seviyorum veya benden çok daha tutkuyla bağlı milyonlarca insan vardır tabii ki. Ama sağlıklı bir düşünce yapısına sahip her insanın önceliğinde insan sevgisi vardır, aile vardır, huzurlu bir yaşam vardır, vs.

Bu adam kendisinden bir efsane yaratmaya çalışıyor. "Bizi bitirmeye çalışıyorlar" diyor, "İşin içinde cemaat var" diyor, "Siz hepiniz, ben tek" diyor. Hastalıklı bir anlayıştan başka bir şey değil. Allah'tan Fenerbahçe yönetimin içinde yine âkil adamlar var da, adamın ne halt olduğunu biliyorlar. Yüzüne karşı bir şey diyemiyorlar belki, ama bu durum birçok işletmede, hatta devlette bile olan bir şeydir.

Sonuca gelirsek... Mahallede top oynarken en uyuz olduğumuz velet topun sahibi olurdu, değil mi? Biz en iyisi buna da topunu verelim, nerede oynayacaksa oynasın! Zira bu velet daha fazla çekilmez.

11 Aralık 2012 Salı

MİLÂT

Spor medyamızın severek kullandığı bir kelimedir, "lejyoner". Tam olarak doğru anlamıyla kullandıklarından emin değilim, ama biz daha çok "paralı asker" manasında kullanırız. İşte bu tanıma en uygun kişilerin oyuncular değil, bazı taraftarlar olduğu Galatasaray ile Beşiktaş arasında oynanan tekerlekli sandalye basketbol maçında bir kez daha görüldü. Seyirci anlamında en kaliteli sporların başında gelen basketbola son 10 yılda dadanan futbol seyircisi bu sporu da çirkinleştirmeyi başardı. Bu seyircileri yöneticilerin beslediğini hepimiz biliyoruz. Ama yarattıkları canavarın sonunda kendilerini yok edeceğinin henüz farkında değiller.

İşine gelmeyeni görmeyen, duymayan, konuşmayan Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç eminim ki bu konuda esip gürleyecektir. Ama bekliyorum. Hareket bekliyorum. Parayla tuttukları adamlara hadlerini bildirmelerini bekliyorum. Spor sahalarını gerçek sporseverlere açmalarını umuyorum.

Yöneticiler ve politikacılar bize borçlular. Şu ülkede yaşanabilecek en keyifli aktivite olan spor karşılaşmalarına gitmekten bizi alıkoyanlara karşı hiçbir yapmadıkları için. Herkese korku dolu anlar yaşatan adamları bir türlü sindiremedikleri için. Bunların akıllarının ne zaman başlarına geleceğini de biliyoruz. Garibanın biri, Allah korusun, hayatını kaybedecek. Başbakan hepsini hizaya dizecek. Bunlar da gerekli önlemleri alacaklar.

Bir kez olsun şaşırtın bizi! Cesaretli olun ve karar alın! Aldığınız kararı kimseden korkmadan uygulayın! Bunu kendi insanlarınızın iyiliği için ve yapmanız gerektiği için yapacaksınız. Bize bir şey bağışlamıyorsunuz. Bunu unutmayın!

5 Aralık 2012 Çarşamba

AVRUPA REFLEKSİ

Kurulduğu günden beri, yani 20 senedir Şampiyonlar Ligi'ni izliyorum. Gerek Galatasaray'ın, gerekse Avrupa'nın diğer büyük takımlarının bu en büyük arenadaki karşılaşmalarını izlemek her zaman büyük bir keyif ve heyecan oldu benim için. Kalp atışlarım hızlanır. Gözüm hiçbir şey görmez. Star TV'de bizim maçı bitirir, sonra grubun diğer takımlarının maçını banttan izler, o da bitince, gecenin özetlerini beklerdim. Yıllar geçti. Şampiyonlar Ligi daha da büyüdü. Uzun zaman sonra katıldığımız turnuvada yine aynı heyecanla bu akşamki son grup maçını bekliyorum. Ama artan takım sayısı ve D-Smart'ın bir türlü anlaşılamayan yayıncılık anlayışı, benim sadece kendi takımıma konsantre olmamı sağlıyor. Artık diğer maçlarda ne olduğu pek umrumda değil maalesef. Zaten futbolseverlerden ziyade, bahisseverleri daha çok ilgilendirdiğini zannediyorum.

Gelelim bu akşama. Galatasaray yıllarca bu turnuvanın gediklisi oldu. Ama turnuvada daha çok başarısızlıkları ve şanssızlıklarıyla hatırlandı. İyi olduğu sezonda bile turnuvanın fermasyon değişikliklerinin kurbanı oldu. Rakip takımların terör olayları (!) sebebiyle yarattığı anlamsız gerginliklerin ortasında buldu kendini. Sahada futbolcusu polisle, tribünde taraftarı rakip holiganlarla çatıştı! Belki de böylesi anılar daha hatırlanır kıldı bu turnuvayı gözümüzde. En son iyi sezonumuzu 2001-2002 olarak hatırlarsak, çok bekledik. Ama bu sene bir başka.

Her zamanki hataya düşüp, kura çekiminde ballar, lokumlar havada uçuştu ve maçlar başlamadan şeker hastası olduk! Maçlar başladı. 2 maç sonunda alınan 0 puan, salyalarını akıtan medyanın takımın üzerine çullanması için yeterli oldu. Üçüncü maçtan önce yaşanan yağmur her şeyin üzerine tuz-biber ekti. Ama o gün bir dönüm noktasıydı sanki. Deplasmandaki Cluj galibiyetinden sonra Fatih Terim yine lafı gediğine oturtturdu: "TT Arena'da sahaya neyin takıldığını gösterdik: kalite". O gün bize 26 Ekim 1999'daki Hertha Berlin maçını hatırlattı. Bu maç da o maç gibi, bizim dirilişimizdi. Her ne kadar içi saha maçlarında taraftardan yana biraz sıkıntılı olsak da, Manchester United maçı, rakibi o günkü kadrosuna da bakarak, kazanacağımızı önceden hissettiğimiz maçlardandı. Şans artık döndü. Diğer takımların aralarında yaptıkları maçlar da, her büyük turnuvada olduğu gibi, lehimize işledi.

Bu akşam bir sonraki "en kritik 90 dakika"dan önceki son 90 dakika! Dileğim; 9 Aralık 1998'deki Athletic Bilbao maçından farklı olarak, çamura takılan top rakibin önüne düşmesin veya kurtarıcı olarak giren oyuncumuz son dakikada kaleciyle karşı karşıya pozisyonu harcamasın. Geçmişten ders çıkarmakla geçer ömrümüz. İsteğim, bu akşam yepyeni bir geleceğe önayak olsun. Galatasaray'ın kendini tekrar Avrupa'ya hatırlattığı, kendi şansını kendi yarattığı bir gece yaşansın.

21 Kasım 2012 Çarşamba

ERTEM ŞENER VE TÜREVLERİNE

Yazı biraz gecikti, ama olayın sıcaklığını yitirmediğini belirtmek zorundayım. En azından benim için öyle. Bu ülkenin  maalesef çok büyük sorunları var. Ama işin kötüsü, bu sorunlar elbet bir şekilde çözülebilecek olan ekonomik sorunlar değil, insani sorunlar. Bu ülkede insanlar birbirlerini sevmiyor. Karşısındakinin en ufak bir hatasını arayıp, bulduğunda da hançeri saplıyor. Bunu sokaktaki vatandaşın yapması bir şekilde anlayışla karşılanabilir. Düşünemiyordur, sağduyulu olamıyordur, iç dürtülerine yenik düşüyordur. Ama sen milyonları etkilediğin -evet maalesef çok sayıda insan izliyor- bir programda, sırf rating uğruna, akla hayale gelmeyecek davranışlarda bulunursan, insanlığın sorgulanmak durumunda kalınır. 

Sanki Türkiye'de bir hakem ilk kez hata yapmış gibi, başına yeni geçtiğin spor servisinde farkını belli edeceksin diye, Hollywood senaristlerine neredeyse iş bıraktıracak hareketlerde bulunuyorsun. Yazıyorsun, yönetiyorsun, oynuyorsun. Filmin sonunda da diğer oyuncuları gerçekten öldürüyorsun. Orası senin oyun alanın olabilir, ama sen başkalarının yaşam alanlarına tecavüz etmekte hiçbir sıkıntı görmüyorsun. Bir de, ki hiç sevmediğim bir özelliktir, yaptığın şey gayet normalmiş gibi, salağa yatıyorsun. 

Bu konuda senden daha suçlu olan insanlar da var elbet. Seni o kanalda yönetici yapandan, seni bu mesleğe sokana, hatta mesleğe başlamana ilham sahibi olan adama kadar herkes suçlu. Ama ben bile suçluyum! Seni izlediğim ve hatta insanların seni izlemesine engel olamadığım için!

1985 yılından beri futbol izliyorum. Sanırım spor programlarını (ya da futbol programları diyelim) 80'lerin sonunda veya 90'ların başında TRT'de Spor Stüdyosu ile izlemeye başladım. Programlarda sadece maç özetleri verilirdi. Herhalde biraz da yorum olurdu. Star1 maç yayınlarını aldığında hafızalarda kalan bir spor programı yapmadı. Ama bu işin dönüm noktasının önce Hıncal Uluç-Erman Toroğlu ikilisi, sonra da Maraton ve Telegol programları olduğunu kabul etmek lazım. Yıllardır da türevleriyle beraber kafamızı şişirmeye devam ediyorlar. Peki, kime nasıl bir faydaları var? Kestikleri ahkam ancak ceplerini doldurmaya yarıyor. Zaten hepimizin bildiği şeyleri, kıraathanelerde konuşulan şeylerin aynısını saatlerce ekrana taşıyorlar. Onlardan farklı bir şeyler söylemeyecekseniz, siz neden o ekrandasınız peki? 

Sözün özü... Bu oyunu seviyorum. Tutkunun sebebini bilimsel olarak açıklamanın bir imkanı olduğunu sanmıyorum. "Bir topluluğa ait olma ihtiyacı" olduğunu düşünmüyorum. "Futbol asla sadece futbol değildir" geyiklerine de girmek istemiyorum. Bırakın, bu sevginin sebebi bir gizem olarak kalsın. Nefretin sebebinin sizden de kaynaklandığını biliyoruz en azından. Siz de bunu kendinize itiraf edip, bu diyarlardan göçebilirseniz, hepimiz için daha hayırlı olacaktır. Bir deneyin. Farkı göreceksiniz.

12 Kasım 2012 Pazartesi

HARİKALAR DİYARI

Türk spor basını hem görsel hem yazılı alanda sıkıntılı bir dünya. Yaklaşık 2 saat önce Twitter'da gördüğüm Fanatik gazetesinin Fenerbahçe-Orduspor maçı manşeti beni oldukça rahatsız etti. Şaşırttı mı? Hayır. Ama çok rahatsız etti.

Çok iyimser bir yaklaşım belki, ama gazetelerin/televizyonların tarafsız olduğu bir dünya hayal ediyorum. Sadece tiraj/rating almak uğruna, insanlara hakaret etmeyecekleri bir dünya hayal ediyorum. Okuyanı/İzleyeni aptal yerine koymadıkları bir dünya hayal ediyorum. Sonra yüzüme bir su çarpıyorum. Türkiye'de yaşadığımı hatırlıyorum.

Fanatik gazetesi zaten kuruluş dönemindeki reklamlarla piyasanın neresinde duracağını göstermişti. Duruşu bozmamak önemlidir. Ama bozuk saat bile günde iki kere doğruyu gösteriyor diye, bizi kırk yılda bir doğru bir haber görmeye mahkum etmek neden?

Fatih Terim'i seviyorum diye yakınlarım tarafından bir sürü laf yiyorum. Ama bu piyasada olması gereken adamlardan biri olduğunu yaptığı her basın toplantısından sonra bir kez daha anlıyorum. Basına anladıkları dilden konuşuyor, lafını esirgemiyor. Piyasayı manipüle eden, gerekirse, her türlü ahlâki normdan yoksun olabilen bu gruba bazen haddini bildirmek gerekiyor. Bu davranışı, hak ettiklerinde, hakkını vererek  her kim yapıyorsa, bir sporsever olarak sonuna kadar yanında olacağım.

Sağduyulu sporseverlerden beklentim; birbirleriyle saçma sapan slogan yarışları yapmayı bırakıp, oyunun keyfine varmalarıdır. Ortada keyif alınacak çok şey olmayabilir. Bu bizi umutsuzluğa sevk etmesin. Yıllarca "Halk bunu istiyor" saçmalıklarıyla uyutulduk. Belki bizim olası düzgünlüğümüz, bunların kendilerini biraz derleyip toparlamalarına ön ayak olur.

29 Ekim 2012 Pazartesi

ÖYLE İŞTE

Bizi tanımlarken en çok kullanılan kelimeleri düşünüyorum. "Gelişmekte olan ülke", "genç ve dinamik nüfus", "%99'u müslüman olan laik ülke", vs. Elle tutulur hiçbir şey yok. İnanacağımız bir davamız yok. Artık bir yol ayrımına geldik. Sadece ellerinde silah yok diye, bu ülke insanlarının bir iç savaş yaşamadıklarını mı zannediyorsunuz? Yanılıyorsunuz. Beyinler savaşıyor, yumruklar sıkılıyor, dişler bileniyor.

Yıllardır başkalarının bizi bir yerlere yönlendirmesini izleyip durduk. Bugünkü hükümetin kendilerine oy verenler tarafından sevilme sebeplerini anlamadıkça, bugünden şikayetçi olanların gücü elde etme şansları yok. Beyinleri çok mu farklı çalışıyor? Sanmam. Ama insanlara dokunmasını iyi biliyorlar. O sürekli kullandıkları "sırça köşkte viski yudumlamak" örneğini beyninize iyice kazıyın. Kazanmanın anahtarı bu cümlede gizlidir. Kazanmaktan bahsedip, ben de kendimle çelişiyorum aslında! Çünkü politika, partilerin galip gelmek için uğraştıkları bir yarış değil, sonunda her şekilde bizim kazandığımız bir hizmet yarışı olmalıydı. Maalesef bu sadece naif bir hayal olarak kaldı. 

Bir deneme yapın ve 1 yıl içinde bir gazetenin bütün manşetlerine bakın. Ülkenin ilerlemesi için hangi konuda ne adım atılmış, yapılan işin bu ülkeye katma değeri ne olmuş, bir inceleyin. Yıllardır aynı şeyleri gördüğünüzü fark edeceksiniz. Yapılan birkaç güzel şeyi de elin adamı zaten 50 yıl önce yapmış.

"Avrupa krizde, bizim durumumuz iyi" diye övünüyorsun. Avrupa'nın krizde değilken yaptıklarını sen şu anda yapabiliyor musun? İnsan haklarında, demokraside nereye geldin? Güç sende olmasına rağmen, başkalarını suçlamaktan öte ne yaptın? Bu bir samimiyet sınavıdır ve sen, belki farkında değilsin ama, her şeyin içine ediyorsun.

Gücü eline geçiren, kendini kaybediyor. Dün mağdur olan, bugün zalim oluyor. Sonunda olan, sadece huzur içinde nefes almak isteyen bize oluyor. Ne de olsa, filler tepişirken, çimenler ezilir!

9 Ekim 2012 Salı

İNTİKAM DEĞİL, İMTİHAN!

Her ne kadar unutturulmaya çalışılsa da, spor izlemeye çalışıyoruz. Herkesin kendinden geçtiği, hakkında methiyeler düzdüğü Olimpiyatlar biteli daha kaç ay oldu ki? Kendi küçük dünyamıza döndük. Rezilliklerimize yenilerini eklemeye devam ediyoruz. Şike olayı Yargıtay'dan yeni bir haber gelene kadar rafa kalktı. Beşiktaş'ın ekonomik sıkıntılarının sebebi olan adamdan bir türlü hesap sorulamadı. Üzerine Türk futbolunun başına geçirildi. Yayıncı kuruluş geçen sene yaptığı saçmalıkların hiçbir temeli olmadığını bu sene Play-Off'u kaldırarak kanıtladı. Yine de biz onlara bize yaşattıkları muhteşem heyecan için teşekkür edelim! Takımlarımız, Avrupa'da döküldü. Kalan ikisi son nefeslerini vermekle meşgul. Gelelim zurnanın kendini hatırlattığı yere!

Artık nurtopu gibi yeni bir gündemimiz  var: Alex de Souza. Bu bizi sezon sonuna kadar oyalar. Çünkü sezon sonundaki sıralamanın sebeplerinden biri kesinlikle kendisi. Gelelim olayların yorumuna. İnsanları "insan" oldukları için severim öncelikle. Çok az kişi ile kişisel problem yaşamışımdır. Aziz Yıldırım'ın kendisinin haberi olmasa da, onunla ilgili büyük problemler yaşıyorum :) Adnan Polat ve Ali Şen bu ülke sporuna büyük zararlar verdiler, ama Aziz Yıldırım bambaşka bir vak'a. Kazanmak için her yolu mübah sayan, bunun için insanların hayatını hiçe sayabilecek bir zihniyet. İnsanları korkutarak, tehdit ederek istediğini elde etmeye çalışıyor. Bütün bunları yaparken de, bunu "Fenerbahçe için" yaptığını söyleyerek, kulübü kendine kalkan yapıyor. "Kimse Fenerbahçe'den büyük değil" derken, kendini Fenerbahçe sayıp, bu kulübün aslında kendisine ait olduğunu her hareketiyle belli ediyor.

Fenerbahçe taraftarı mahkeme kapılarında gezerken, yanlış yaptıklarını, çok sevdikleri kulüplerinin adını kullanarak aslında kendine menfaat sağlayan bir adamın savunulacak bir yanı olmadığını söylüyordum. "Cemaat" dedi, devleti karşısına aldı, her şeyi açıklayacağını söyledi. Hiçbir şey söylemedi. Alex de Souza ise onların "bam teli" oldu. Ne zaman ki taraftarın sevgilisi bir oyuncuyu saçma sapan bir sebepten dolayı takımdan gönderdi, insanlar ayaklandı. Siz Aziz Yıldırım'ı ne zannediyordunuz ki? Hayatta her şeyi Fenerbahçe olan bir adamın nasıl bir hayat görüşü veya size nasıl bir katkısı olabilir? Hayat o kadar önemli detaylardan oluşuyor ki, Aziz Yıldırım'ın bu görgüsüzlükle bunun farkında olmasının imkanı yok! İşte bu yüzden, insanlar Alex de Souza'nın basın toplantısında söylediklerini hayranlıkla izlediler. Çünkü onun için hayat futboldan ibaret değil, ama insaniyetin temel taşları her meslekte aynı. Aziz Yıldırım bunun farkında olmadığı için sevilmiyor. Sevdiği şeyi "sözde" korumak için başkalarına zarar vermek gerekmiyor.

Türkiye'de ünlü kişiler genelde kendilerini çok önemli hisseder. Küçük dağlarını daha farklı nasıl dizayn edeceklerini düşünürler. Kendilerinden tabii ki bir Mevlana olmalarını beklemiyoruz, ama umarım sokakta sıradan bir insanla hiçbir karşılık beklemeden kuracakları bir muhabbetin keyfine varamadan bu hayattan göçüp gitmezler!


8 Eylül 2012 Cumartesi

SELÇUK İNAN SAKİNLİĞİ

Özgüven başka bir şeydir. Takımı bir anda yukarı taşır. Herkeste olmadığı gibi, olan adamı da çok farklı kılar. Türkiye'nin Avrupa sahnesinde basamakları yükselmesi de böyle adamların ortaya çıkmasına rastlar. Genelde takımlarımızın yabancı oyuncularında olan bu özellik, ülkemizde ilk kez Sergen Yalçın'da görüldü. Allah vergisi yeteneğini sadece bir ayağının topa mükemmel vurmasıyla açıklayamayız. "Sergen Yalçın sakinliği"; insan beyni ile ayağının birbiriyle mükemmel uyumu, karşısındaki rakibini gözünde çok büyütmeden hedefe odaklanmak ve oyundan keyif almaktır. Oğuz Çetin'den önce Sergen Yalçın'ı söylememin sebebi, bu durumun miladının milli takımlar bazında 1995-1996 sezonu olması ve birisi kariyerinin sonuna gelirken, diğerinin zirveye doğru gittiği dönemler olmasıdır. Kendini saklayan oyun stilini çok sevmemem de etken olabilir. Aralarında kesinlikle bir fark olduğuna inanıyorum.

Bugün ise aynı sakinlik bambaşka bir formatta ve vücut içinde karşımızda duruyor. Ülkenin en iyi altyapılarından Çanakkale Dardanelspor'dan çıkması bir tesadüf olmamalı. Ayrıca Ersun Yanal'ın ülke futboluna kazandırdığı belki de en güzel şey. Artık "Selçuk İnan sakinliği" diye bir olgu var. Savunmada nerede duracağını, baskıyı nerede arttıracağını, Burak Yılmaz'ın son vuruşa ne zaman hazır olduğunu bilen bir adam var. Türkiye'nin bu oyunda genelde en etkisiz olduğu alanlardan birinde, duran toplarda fark yaratan bir adam var.

Dün akşam Türkiye, karşısında nispeten zayıf bir Hollanda buldu. Hücum olarak yine etkinlerdi, ama Euro 2012'den bile kötü bir Hollanda defansı vardı. Abdullah Avcı'nın tercihleri değişik olmakla beraber, ilk resmi sınavı olması sebebiyle denenmeye değerdi. Ama oyuncu değişikliğine gelince, hatalar birbirini izledi. Benim de zamanında kendisinden çok ümitli olduğum, ama Mesut Özil'in gelişimini gördükçe, ümidimin gitgide kırıldığı Nuri Şahin, Euro 2008'den sonra ne yaptığı konusunda bihaber olduğumuz Mevlüt Erdinç gibi tercihler bizi oyundan düşürdü. İşte burada taşın altına elini koyacak adam lazımdı ve o adam kenarda olan biteni üzüntüyle izliyordu.

Abdullah Avcı, tercihlerinin bu maça özel olduğunu söyledi. Selçuk İnan'ı Estonya maçına "sakladığı" izlenimini aldık! Şimdi işi daha da zor. Salı akşamı aynı kadroyla çıkıp, ne kadar yanlış bir seçim olursa olsun, takımına sahip çıkabilir ya da sahaya Selçuk İnan'ın organize ettiği bir takım sürebilir. Eğer Selçuk İnan'ı yedekten de oyuna sokmazsa, farklı şeyler düşünmemiz çok normal. O zaman da birisi kendisine milli takımda kişisel hırslara yer olmadığını, bu ruh hali ile devam edenlerin başına neler geldiğini hatırlatır umarım. Bunu hatırlatacak olan kişi Yıldırım Demirören olamayacağına göre, Gençlik ve Spor Bakanı'na bir tweet atmakta fayda var!

6 Eylül 2012 Perşembe

HİÇBİR ŞEYİN YOK!

İnsan canının çok önemli olmadığı ülkelerdendir, Türkiye. Zaten devletin en kusursuz hizmetlerinden birisi, ölüm işlemleridir. Sağlığını kimlere emanet ettiğinin tedirginliği ile yaşarsın hep. Bir işe başlamadan önce sağlık raporu istenir. Alınmasının yolu bir şekilde bulunur. Askere gitmeden önce kontrole gidilir. Askeri doktor yüzüne bile bakmaz. Sporcuların kaderi de çok farklı değildir. Spor hayatı 10 yaşında başlayan bir çocuk, lisansı çıkmadan önce ilk tecrübesini yaşar sağlık merkezleriyle. Baştan savma bir kontrolle belgeleri imzalanır ve idmana gönderilir. O artık hocasının sorunudur.

Hocası farkında değildir belki, ama gerçekten büyük bir sorundur. Patlamaya hazır bir bombadır. Günümüzde mücadelenin bu kadar çetin olduğu spor dünyasında bu çocukların hepsi birer değerli mücevher gibi davranılmayı hak ediyorlar. Tabii ki daha medeni ve ahlâki normların gelişmiş olduğu ülkelerde oluyor bu genelde. "Kulüp her şeyden önce gelir" diye ahkâm kesenlerin insanlığın nerede geldiğini hatırlamaları için böyle acı olayların yaşanması gerekir maalesef.

Dün ne yazık ki bir can daha gitti. Otopsi sonuçlanınca, ölüm sebebi anlaşılacak. Belki de çok farklı bir sebep çıkacak. Ama bu bizim hatalarımızı görmemizi engellememeli. Bir an önce federasyonlar ve Gençlik ve Spor Bakanlığı bir araya gelip, yeni bir "Sporcu Sağlık Kontrol Sistemi" geliştirmeli. Yaşananlar her zaman olduğu gibi halının altına süpürülmemeli. Ediz Bahtiyaroğlu'nun yakınları, sevdikleri adamın en azından bir hiç uğruna ölmediğini, Türkiye'de sportif bir devrimin öncüsü olduğunu hissetmeli. Devlet, bunu hem onlara hem de ülkenin spora gönül vermiş bütün gençlerine borçludur.

26 Ağustos 2012 Pazar

BİR GÜN MUTLAKA

Derdiniz, oyun değil; stada ilk kez gelecek olan küçük çocuk değil; bütün haftayı takımına kavuşmak için geçiren adam değil! Sizin derdiniz; şişkin egolarınızı ayakta tutmak. Bu güzel oyunu kendi kurallarınızla oynatmak, işin içine mafyayı sokmak. Sen kim oluyorsun ki, verdiğin parayı tehdit olarak kullanıp, kulübün geleceğine ipotek koyuyorsun? Sen kim oluyorsun ki, geçmişteki başkanına hakaret eden bürokratı/politikacıyı eleştiren taraftarını tehdit ediyorsun? Sen kim oluyorsun ki, kendi yaptığın hatayı bir özgürlük mücadelesi olarak gösterip, taraftarınla devleti karşı karşıya getirmeye çalışıyorsun?

Hainsiniz hepiniz! Şerefsizsiniz! Karakter yoksunusunuz! Stada kimin gelebileceğine siz karar verirsiniz. Televizyonda hakkınızda ne söyleneceğine, gazetede hakkınızda ne yazılacağına siz karar verirsiniz. Otel barında oturur, elinizde viski bardağı, kim bana bakıyor diye şişinirsiniz. Yanınıza iki kadın gelir, tribe girer, kendinizi 18 yaşında zannedersiniz. Sizinle konuşmaya çalışan insanın kim olduğunu önemsemez, onu dinlermiş gibi yaparsınız.

Söz konusu devlet ile ilişkilerse, sizin için iş değişir. El pençe divansınız. Çünkü açığınız var. Görmesinler, kapatsınlar istersiniz. Kendi beceremeyeceğiniz işler için bir el versinler diye, ağızlarının içine bakarsınız. Sizden güçlü olana pençelerinizi gösteremezsiniz. 

Şunu hatırlatmak isterim ki, bugün varsınız, yarın -para yoksa- yoksunuz. Siz gidersiniz, biz kalırız. Bugün omuzlardasınız, yarın hayallerdesiniz. İstatistiksel olarak belki de en başarılı başkan olan Faruk Süren şu anda nerede?  Kendinizi kandırmayın! Siz bu takımlara ruhunuzdan hiçbir şey vermediniz. Evet, sağ elinizle cebinizden verirken, sol elinizle diğer cebinizi doldurdunuz. En büyük sıkıntı; sizin yetersizliğinizi gören insanların sonuca etki edememesidir.

En büyük dileğim; bu işi profesyonelce, vizyoner bir şekilde yapabilecek genç, idealist ve zeki insanların günün birinde gücü ele geçirmesidir. Olabilecek en büyük devrim budur.  

24 Ağustos 2012 Cuma

KADERİNE RAZI

Biraz önce bitti Kasımpaşa-Karabükspor maçı. Sanırım 5 dakika falan bakabildim toplamda. Diğer kanalda Borussia Dortmund-Werder Bremen maçını izliyorum. Hatta maç başlamadan önce Bundesliga'nın 50. yılı şerefine yapılan şovun hâlâ etkisindeyim sanırım. Sadece üzülüyorum. Bize lâyık görülene üzülüyorum. Başarılı olduğunu zanneden yöneticilerin bu ruh halinden bir türlü çıkmak istememelerine üzülüyorum. Bugün Türkiye, Güney Kıbrıs ile Avrupa Kupaları'na katılan takım sayısı konusunda çekişiyor. Hani bundan 7 yıl önce Trabzonspor'un Anorthosis Famagusta'ya yaşadığı şok elenmeyle yüzleştiğimiz Güney Kıbrıs futbolu ile. 7 yılda onların ve bizim ne kadar ilerlediğimizi siz hesap edin artık.

Şu anda TFF'nin başında kimse yokmuş gibi yaşıyorum Türk futbolunu. Zaten aksini hissettirecek bir olay da yaşamadık. Meşhur şike sürecimizin hangi şartlarda nerelere getirildiği ortada. Milletçe en iyi yaptığımız şeylerden birini yaptık. Olayları halının altına süpürdük. Sanki hiç yaşanmamış gibi devam ediyoruz. Milli Takımımız turnuva ve jenerasyon kaçırıyor, eskisi gibi heyecan vermiyor. Birçok Süper Lig maçı komik rakamda seyirciye oynanıyor. Seneye yapılacak olası (kararın kesin olup olmadığını bilmiyorum) yabancı düzenlemesi de enteresan sonuçlara gebe. Kendi takımını bu yüzden batma noktasına getiren birinin bu kararı alması da trajikomik.

Gün gelecek, kendileri çalıp kendileri oynayacaklar; haberleri yok! Benim ise en büyük dileğim; ileride inşallah bir çocuğum olup futbolcu olursa, İstanbul'da değil de, Dortmund'da büyüsün ki, İstanbul'da 1.000 kişiye oynayacağına, Dortmund'da onu her maç çılgınca destekleyen 81.000 kişiye karşı oynasın! Aynı İlkay Gündoğan gibi.
 



24 Temmuz 2012 Salı

SÜPER LİG HİÇ BİTMESİN!

Futbolu sevmeyen bir ülke olduğumuzu Euro 2012 sırasında bir kez daha anladık sanırım. İzlenme oranlarının ne olduğu konusunda bir fikrim yok, ama pek iç açıcı olduğunu sanmıyorum. Zaten sosyal ortamlarda konuşulan, maçlardan ziyade, Ömer Üründül ve Hikmet Karaman'ın yorumlarıydı. Şampiyona bitti ve hepimizin en sevdiği dönem olan transfer dönemine girdik. Bu sefer daha az yalan dolaştı ortalıkta. Sezon öncesi hazırlık kampları başladı. Yapılacak muhabbetler belli. Her gün biri gelecek, biri gidecek. Takım içi dengeleri korumak çok önemli tabii! Ama büyük oyuncuların gelmesi için de büyük paralar vermek lazım. Aksi takdirde, neden Türkiye'yi seçsin? Zaten 3 kulvarda mücadele eden takımlarımıza da böyle büyük isimler yakışır!

İlk haftalardayız. İyi futbol beklemeyin. Takımdakilerin birbirlerine alışma süreci, 6. haftada hazır oluruz, vs. 7-15. haftalar arası kıran kırana (!) mücadeleler. Devre arası yaklaşıyor. Yabancılar tatile erken çıkacak. Takımlar eksik kalacak. Büyük haksızlık! Bizim oyuncularımız bayramda oynamıyorlar mı? Konsantrasyon eksikliği yüzünden yapılan puan kayıpları. Takım tatile erken çıkmış! Avrupa'dan da elenmişiz zaten.

Devre arasında yapılması beklenen transferler. Devre arasında yapılan transferler takıma ne kadar katkı sağlar? Takımın ahengini bozar mı? Zaten lig tarihinde sadece 2 oyuncu takımlarına pozitif etki yapmış (Bkz: Marcio Nobre, Frank Ribéry). Pardon, üçüncü olarak da geçtiğimiz sezonki Necati Ateş transferini de sayabiliriz. Bu sebeple bu sene bu transferlerden beklentilerin arttığını görüyoruz.

İkinci devrenin başına geldik. Takım tatilden yeni çıktı. Yeniden alışma dönemine giriş. Yeni transferler ile takımın oyun düzeni de biraz değişti. Önemli derbi maçlarımız var. Hatta bir tanesi "dünya derbisi". Ama rakip takımın seyircisi stada alınmıyor. Ülkede hayat duruyor. Uzun uzun bitmeyen geyikler yapılıyor. Neyse, sonunda hayata döndük. Son haftalara giriyoruz. Kıran kırana mücadele var. Ama iyi futbol beklememek lazım. Skora odaklandık. Arada puan farkı varsa, bir an önce kapanmasını diliyoruz. Yoksa, taraftarın heyecanı biter. Sahadaki oyun da bundan etkilenir. Dekoder satışları düşer. Gelirler azalır. Sonra ne olur marka değerimiz?

Sıkıcı olanı, kendini tekrar eden şeyleri seviyoruz. Beklentilerimiz düşük. Başka hiçbir şey yukarıda yazan saçma senaryoyu her sene aynı heyecanla beklememizi açıklayamaz!

5 Temmuz 2012 Perşembe

ZÜBÜK

Aziz Yıldırım sonunda tahliye oldu. Yakında kılıçlar çekilecek. Arkasından atıp tutanlara iyi bilenmiştir diye tahmin ediyorum. Medyadaki sevenleri de hemen yanına koştular. Ertuğrul Özkök yine büyük bir gazetecilik olayı yaptığını gözümüze sokmaya çalışırken, bugün Aziz Yıldırım'dan yalanlama geldi. Ama mesele değil. Her şeyin en iyisini bildiğini zanneden bu büyük ego, bu bozuntuyu da çaktırmamak için elinden geleni yapacaktır.

Bir medya mensubu neden yöneticilerin (iş, siyaset, spor) en yakınında olmak ister? Cevabı belli, tamam. Güç, habere ulaşma, vs. Ben ruhen neden orada olduğunu soruyorum. Ruhunu neden satar? Kendisi hakkında söylenen her kötü sözü nasıl yutabilir? O odadan çıktığı anda, birkaç dakika önce karşılıklı kahkahalar attığı adamın onun arkasından salladığı küfürler kulaklarında çınlamaz mı? Bunu bile bile nasıl yaşar insan? Her gün yaptıkları çok önemli (!) sosyolojik tespitlere benzemez bu durum.

Hayat boyu en tepede olduğunuzu düşüneceksiniz. Sonra bir gün biri gelecek, size haddinizi bildirecek. Kendisine yaranmak için onun da suyuna gideceksiniz. Her türlü şaklabanlığı yapacaksınız. "Türkiye değişiyor, biz de değişiyoruz" safsatalarına gireceksiniz. Merak etmeyin, daha çok değişirsiniz. Ama dikkat edin! Hayatta bilemeyeceğiniz tek şey; mezara ne zaman gireceğinizdir. Planınızı ona göre yapın.

26 Haziran 2012 Salı

ANKA KUŞU

Beşiktaş, yıllar ilerledikçe unutturulmaya çalışılsa da, Türkiye'nin en önemli spor kulüplerinin başında geliyor. Ama bunda tek suçlu basın değil. Son yıllardaki başarılarından dolayı İstanbul'un diğer iki takımının daha çok destekçisi olması da değil. Olay, maalesef, Beşiktaşlılar tarafından sıkça söylenen bir kelimeyle ilintili, "duruş"la. O duruş ilk ne zaman sarsıldı, biliyor musunuz? Büyük taraftarının 1999 yılında söylediği bir tezahüratla: "Ahmet dursun. Seba gitsin". Tamam, belki onun dönemi bitmişti ve kendisi bunun farkında değildi veya farkına varmak istemiyordu. Sonuçta, Süleyman Seba; Beşiktaş'ın onursal başkanı. Peki, Ahmet Dursun, Beşiktaş'ta ne kadar kaldı? Sonra hangi takımlarda oynadı? Değdi mi Süleyman Seba'ya yapılanlara?

Kendisinden sonra başa gelen Serdar Bilgili de güzel adamdı. Vizyonluydu. İşi kolay değildi. Yıllardır yerleşmiş bir yapının yerine yeni bir oluşum yaratmaya çalıştı. Muhteşem geçen bir 100.yıl sezonunda takımın başında olma şerefine erişti. Sonuçta ne oldu? Kötü bir sezonun ardından taraftar onun da başını yedi.

2004 yılı ise, belki de Beşiktaş sevdalılarının yıllarca unutmak isteyeceği bir yıl olacak. Yıldırım Demirören, taraftarın Serdar Bilgili'yi oyundan soğutmasıyla geldi, kulübün iliğini kuruttu, taraftarın protestoları arasında gitti. Şimdi Türk futbolunun kökünü kurutmakla meşgul. Kendisi, taraflı tarafsız herkesin nefretini kazanmakta hiçbir beis görmedi. Kulübü içine soktuğu milyonlarca euro'luk borç yetmezmiş gibi, alacaklarını hibe ettiğini söyleyerek, insanlarla dalga geçmeyi sürdürdü. Beşiktaş yönetimi (ve gelecek olası yönetimler) belki de önümüzdeki 10 yıl boyunca Yıldırım Demirören'in yarattığı enkazı düzeltmeye çalışacak.

"Beşiktaşlı duruşu" sözü yine ortalıkta dolaşıyor. Yeni Başkan Fikret Orman elini taşın altına koydu. Tecrübesizlikten kaynaklanan bazı yanlış demeçleri de oldu. Henüz sofraya yeni katılmış bir kurt gibi görünmüyor. Ama belki de böylesi daha iyi olur. İtidalli duruşu futbol dünyamıza yeni bir görgü getirebilir. Umarım bu büyük camia yapılan hatalardan gerekli dersi almıştır.Belki de yıllardır herkesin dilinden düşmeyen "duruş"un olması gereken şekli budur!
Not: Bu yazı, stad tartışmalarından bağımsız yazılmıştır.

25 Haziran 2012 Pazartesi

FİKRİ SABİT

Türkiye, insanlara duyulan saygının mevkilere göre en çok değiştiği ülkedir belki de. Bu yüzdendir ki, hasbel kader bir yerlere gelmiş kişiler daha önce hayatlarında görmedikleri ilgi ve yalakalıktan dolayı, nereden geldiklerini ve ne olduklarını (olmadıklarını) unuturlar. Daha çok politikacılarda ve bürokratlarda görülür bu durum. Bir de onların yanındaki dalkavuklar vardır. Dikkat ederseniz, "her devrin adamı" sözü bizde çok kullanılır. Herkes kullanır, ama kimin için kullanıldığı büyük bir muammadır. Kimse üstüne alınmaz. Zaten hangi aklı başında insan, kendisine bu sıfatın yakıştırılmasını hazmedebilir? Onların farkındalıkları, olaylar kendi lehlerine geliştiği sürece vardır. İktidarın nimetlerinden faydalanmak kendilerine verilmiş doğal bir haktır. Kullanmamak salaklıktır.

Politikacılar konuşur. Sözün ağızdan bir kere çıktığını unutarak. Kimin canının ne kadar yandığı umurlarında olmayarak. İktidarın verdiği gücü dibine kadar kullanarak. Dalkavuklar arkadan sürekli iter. Nereye kadar mı? Zaman, iktidardakinin söylediklerini anlamsız kılana kadar. Uçurumun kenarına kadar. Söylediklerinin nereye gittiğinin farkında olmayan politikacı, gün gelip de kendi devri sona erdiğinde, son söylediklerinin kendi sonunu getirdiğini uçurumdan düşerken fark edecek. Can havliyle arkasına baktığında ise, arkasını dönüp giden ve aynı anda pis pis sırıtan o dalkavuğu görecek.

Spor Bakanı işte bu yüzden her şeyi emredebileceğini, "Ol!" derse olacağını sanır. Gerekirse, istediğinden fazlasını alacağını bilir. Ondan öncekiler de böyleydi. Ama kendisinin farkında olmadığı bir şey var. Onu diğerlerinden farklı kılacak olan, yaptığı yanlışın farkına varmak ve kendisini düzeltmek olacaktır. Saf mıyım? Belki. Ne de olsa insanız. Siz, insanlara, kendilerine olan güvenlerine ek olarak, bu gücü sınırsızca kullanabileceklerini hissettirdiğiniz anda, geri dönüşü yok. Dua edelim de, karşımızdaki, varoluşunun asıl sebebini unutmasın!

24 Haziran 2012 Pazar

İHTİMÂL DAHİLİNDE

Büyük işadamlarının yazdıkları kitapları okumam genelde. Ahkam kestiklerini düşünürüm. "Nasıl böyle oldum?" sorusuna cevap verirler çoğu zaman. Çok çalıştıklarını eklerler mutlaka cümlenin sonuna. Ukalalık iliklerine işlemiştir. İnsan kendi kaderine ne kadar etki edebilir? Çoğu zaman hayatımızın kontrolü başkalarının elinde. Bunu bilmek hoş değil. Her şeyi bıraktığımı ve her şeye yeniden başladığımı varsayıyorum. Elimdeki imkanları değerlendirebileceğim bir ortamda mıyım?

Bir kez olsun farklı düşünmeye yeltenmemiş bir kalabalığın ortasındayım. Günlük rutinlerinin dışına çıkmak sanki bir intihar sebebi. İşin kötüsü; insanlar bunu sorgulamaktan aciz. Şehir son derece hissiz. Yenilik diye nitelenen her şey, üzerinde eğreti duruyor. Zaten bir süre sonra da unutulup gidiyor.

İstemediğin bir şeyi yapmaya nereye kadar devam edebilirsin? Hayalgücümün sınırlarını görebiliyor olmam hoş değil. Bunun üzerinde çalışmam lazım. En iyisi, biraz uzaklara gitmek galiba. Ne kadar gidersem, kendimden daha çok şey bulacağım kadar uzaklara...

11 Mayıs 2012 Cuma

AKILLARA ZARAR

Ne yapıp etsinler, cumartesi akşamı kazansınlar. Sizin istediğiniz bu. Aksini kabul etmiyorsunuz. Sizin hayatlarınız olduğu kadar, onların hayatları da bu maça bağlı! Böyle mi olmalıydı? Asıl suçluları birer birer affettiniz. Bütün olanların suçunu bir cahilin üzerine attınız.

Aslında güzel olan bir ülkenin ikiyüzlü vatandaşlarısınız. Spor değil sevdiğiniz, alt edemediğiniz egonuz. Karşınızdakine zarar vermekten keyif alıyorsunuz. Gerek maddi gerekse manevi. Sahada yenmek, dışarıda da dövmek istiyorsunuz. Sorunlarınız büyük. Psikolojik destek almanız lazım. Ama bunu kendinize yediremiyorsunuz. Bahaneniz de hazır. Adı konulamayan bir sevda sizinkisi. Hayat zaten yeterince stresli. Siz sadece kafanızı boşaltıyorsunuz. Olması gerekenden fazla boşalttığınızı söyleyebilirim.

Üslubunuz son derece tehlikeli. Söylediğiniz her cümlenin doğruluğuna o kadar eminsiniz ki, kulaklarınızın işlevini bile unutmuşsunuz. Kendilerinden başka kimseyi umursamayan adamların köleleri olmuşsunuz, farkında değilsiniz.

Amacından sapmış bir organizasyondur artık Türkiye'de oynanan oyun. Artık bir oyun da değil zaten. Bir "eğlence" aracı olmaktan çıktı, çünkü insanların eğlenmek gibi bir niyetleri yok. Çok isterdim başka bir yerde yaşamayı. Bu ülkede ne olup bittiğinden bihaber olmayı. Yapamıyorum malesef. Sanırım benim de pek akıllanacağım yok!

3 Mayıs 2012 Perşembe

AYNA

Şahsen tanımadığınız bir insanı neden sevmezsiniz? Sanırım siz Türkiye'de yaşayan bir futbolseversiniz. Sevginizi göstermenin aksine, nefretinizi kusmaya programlanırsınız. Huzurlu bir hafta olmaz hiçbir zaman sizin için. Hakemin verdiği her karar sizi yerinizden hoplatabilir. Yöneticinin bir demeci bıçaklarınızı bilemenize sebep olabilir. Yorumcunun bir yorumu neden böyle bir iş kolu olduğunu sorgulatır. Spikerin bir cümlesi hangi "taraf"ın  kazanmasının kimin çıkarına olduğunu ortaya çıkartır. Bu kadar negatif elektriğin olduğu yerde hep bir yanılsama vardır. Oynanan oyunun bizim eğlenmemiz için olduğu yanılgısıdır bu. Enteresan olan, olayların sebebi olan kişilerin bütün bu olan biten kaostan bile mutlu olabilecek şeyler çıkartabilmesidir.

Birileri hesap vermeli. Birileri yaptıklarının cezasını çekmeli. Bu ülkenin büyük çilelerinden biri de adalete olan güvensizliktir. Ama ben burada vicdanların adaletinden söz ediyorum. Ortaya koyduğunuz isyanın sonucunu görmeden bu davadan vazgeçmeyin. Kendi vicdanlarınızda yargılayın olan biteni. Tepki verin. Yumruğunuzu vurun. Beklediğiniz gerçeklerle hiçbir zaman karşılaşamayacaksınız belki. Çünkü onlar sadece görmek istediklerini görürler. Sizin değil, gücü olanın mutluluğudur, önemli olan. Olsun, siz yine de vazgeçmeyin.

Gün gelir, hesap döner. Unutmayın; iyilerin kıymetini bilmezseniz, kötülerden şikayet etmeye hakkınız olmaz!

1 Mayıs 2012 Salı

BİR DEVRİN SONU

Çok gecikmiş bir karardı belki, uzun zamandır da beraberdik. 12 yıl oldu herhalde. Teleon'un kutusunu iade edişim dün gibi! Ama bunu yapmam gerekiyordu. Kendime olan saygımı yitirmeye başlamıştım.  Bu süreci hızlandıran Yıldırım Demirören'e teşekkür etmem lazım belki de. Dün yaptığı inanılmaz açıklamalarla beni kendime getirdi. Hangi ülkede ne tarz insanlarla beraber yaşadığımı, ne yaparsak yapalım, düzenin değişmeyeceğini gözüme gözüme soktu. Utandım! Bu güruhla aynı havayı solumaktan, aynı sevdanın peşinde koşmaktan. Aramızda tabii ki bariz farklar var. Ben bu sevdanın peşinden hiçbir karşılık beklemeden koşarken, sizler daha başka kimi nasıl yok edeceğinizin derdindesiniz. Bu sporun bütün kaynaklarını kuruttuğunuz yetmedi, en sonunda ruhunu da öldürdünüz.

Kendiniz dışında kimsenin fikrini sormayın, sorduklarınızı da sallamayın. Taraftarlar hiç konuşmasın. Sadece ürün ve kombine alsın. Siz İstanbul'da istediğiniz gibi at koşturun. Bunu yaparken de öyle bir duygu sömürüsü yapın ki, bütün ahlaksızlıklarınızın üstü en üst kademeler tarafından örtülsün.

Kendinizi kandırıyorsunuz. Dünyanın en büyük bilmem kaçıncı futbol ekonomisi dediğiniz "şey" var ya, 5 sene sonra nerede olacak, farkında mısınız? Ben farkındayım. Sizin de farkında olduğunuzu biliyorum. Ama bunu itiraf edemiyorsunuz. İşinize gelmiyor. Bu yaptığınız, büyük bir ayıptır. Yaptığınız ayıbın cezasını bir şekilde yaşayacaksınız.

Tarihinden ve saatinden henüz emin olamadığım, ne de olsa her an değişebilir, Fenerbahçe-Galatasaray Süper Final Karşılaşması'ndan sonra benim için Digiturk bitmiştir. Seneye kombinemi alırım. Gidebildiğim maça giderim. Diğerlerini de dışarıda bir yerde izlerim. Yine de sizin pis sermayelerinizin kaynağı Digiturk'un o iğrenç kutusunu evime sokmam. Bu kararı vermemde bana yardımcı olan Yıldırım Demirören'e sevgilerimi iletiyorum! İnşallah o çok sevdiğin futbol topunun seni ve yanındakileri de yok ettiği günleri görürüz. Azalarak bitin!

21 Nisan 2012 Cumartesi

TELAFUZ DEĞİL, ANLAYIŞ FARKI!

Bir insan yabancı bir ülkenin takımını neden destekekler? Nasıl heyecan duyabilir onlar sahaya çıkarken? Duyuyor işte. Daha önce hiç görmediği bir şehrin belki de o renklere duyulan sevgiden başka hiçbir ortak zevke sahip olmadığı taraftarlarıyla aynı anda aynı heyecana sahibim şu anda! 1989'dan beri takip ettiğim bir takım Borussia Dortmund. Fosforlu sarı formaları ve "Daltonlar"ı andıran çorapları gözlerimi almıştı. TRT sağolsun, Avrupa'nın belki de en heyecanlı ligi Bundesliga'yı uzun yıllardır ekranlara taşıyor ve bizi Spor Toto Süper Lig'in sıkıntısından uzunca bir süre uzaklaştırıyor.

1990'ların ilk yarısı Borussia Dortmund'un UEFA Kupası'nda sonuna kadar gelip, genelde Juventus'tan çelme yediği yıllardı. Ama 1997 yılı Borussia Dortmund'u destekleyenler hariç, birçok futbolseverin şok olduğu bir yıldı ve Borussia Dortmund, Avrupa'nın en büyüğü oldu. Kaybettiği kritik maçlarla bende bir "Hector Cuper" imajı yaratan Ottmar Hitzfeld, daha sonra gittiği Bayern München ile de büyük bir teknik direktör olduğunu gösterdi. Hala Borussia Dortmund'un efsanevi teknik direktörü olarak hatırlarım kendisini. 2 sezon üst üste şampiyonluk ve bir Avrupa Kupası takımı bir anda göz önüne çıkardı, ama 2000'lerin başında yaşanan finansal sıkıntılar, yaşanan bir Bundesliga şampiyonluğu ve bir UEFA Kupası finaline rağmen, takımı bir belirsizliğe sürükledi.

Her zaman büyük taraftarlıklarımızla övünürüz. Westfalen, maalesef hala Signal Iduna Park'a alışamadım, o büyük sıkıntıların yaşandığı günlerde de boş kalmadı. Taraftar, takımına sahip çıktı. Avrupa'nın en büyük doluluk oranına oynadı hep takım. 2008-2009 sezonunda takımın başına geçen Jürgen Klopp ise kulüp için bir dönüm noktası oldu. Genç teknik adamla oluşturulan genç takım 2011'de şampiyonluğu yakaladı. Bugün de üst üste ikinci şampiyonluk maçına çıkıyor. Henüz Avrupa'da kayda değer bir başarı yok, ama o günler de yeniden gelecek. Herhangi bir yıldız üzerine kurulu olmayan bir takım, sağlam savunması ve etkili hücum silahlarıyla birçok takımın korkulu rüyası. Gelecek sezon için anlaştıkları Marco Reus'la da etkili oyuncularını isteyen takımlara bir anlamda gözdağı veriyorlar. Gidenin yerinin bir şekilde doldurulabildiğinin en güzel anlaşıldığı kulüplerden biri, Borussia Dortmund. Bu takıma gelen her oyuncunun bu renkler için ve bu stadın atmosferinde en iyisini sahaya koyacağını çok iyi biliyor, Westfalen'i dolduranlar. Dünyada "gol"e "tor" diyen belki de tek milletler, ama büyük bir coşkuyla oyundan keyif almaya bakıyorlar.

18 Nisan 2012 Çarşamba

GÖNÜL İSTER Kİ

Play-Off maçları başladı ve ne kadar lüzumsuz bir organizasyon olduğunu hemen gösterdi. Dört takımdan ikisi daha ilk maçlardan havlu attılar. Sadece ilk iki takım, diğer ikilinin hangisinin rakiplerine çelme takabileceğinin hayalini kuracak. Kulüpler Birliği de toplanmış. Gelecek sezon neler olacak, bu şaklabanlık devam edecek mi diye konuşmuşlar. Benim bildiğim Kulüpler Birliği hem Play-Off'u devam ettirir hem de üzerine, düşmeye oynayan takımlar için Play-Out ekler. Neyse, benim aklıma takılan başka bir konu var.

Beşiktaş taraftarı Galatasaray maçında hakemin kötü yönetimine haklı olarak büyük tepki koydu. Ama hareketleri haddi aştı. Sahaya girenler oradaki sporcuların ölümüne bile yol açabilirdi. Dün savcılık kararıyla salıverildiklerini öğrendik. Sebebi ise, arkadan ittirilmeleri sonucu sahaya düşmeleriymiş. Eskiden olsa, gülüp geçerdik. Ama zurnanın akordunun bozulduğu yerdir burası. Şike soruşturmasının ve Sporda Şiddet Yasası'nın en hararetli şekilde tartışıldığı günlerde her gün ekrana çıkan AKP'nin ekran yüzlerinden Spor Bakanı Suat Kılıç bir süredir ortalarda yok. Peki, bugün konuşmayacaksa, ne zaman konuşacak? O kadar tartıştığınız, "Kartlar çıkacak, olay çıkaran yanacak" dediğiniz yasa kimi kapsıyor, hangi ülkenin sporu için  yapıldı? Bu işler öyle sadece konuşmakla olmuyor. Biraz da icraat lazım. "TFF özerktir. Kendi kararlarını kendi alır" muhabbetine hiç girmeyelim. İşlerine geldiklerinde özerk, işlerine geldiklerinde bakanlığın kanatlarının altında olduğunu da biliyoruz.

Suat Kılıç umarım şu anda sadece gözlem yaptığı için konuşmuyordur. Eğer olayların farkındaysa ve yapabileceği bir şey olmadığını düşünüyorsa, vay halimize! Tabii vur deyince öldürebilir de, hazırlıklı olalım. Başbakan "5 yıl Avrupa Kupaları'na gitmeyebiliriz" gafını ağzından kaçırdı bir kere. Kendisinin de başbakana bu lafını yutturtmaması ihtimal dahilinde. Bu durum başbakanı mutlu eder tabii, ama bir ülkenin sporunu, bu spora gönül vermiş gençlerini de bitirir. Biz oturur, Premier Lig izleriz. Sorun değil. Çocuklarımız ileride televizyonda gördükleri gösterinin neden bu topraklarda oynanmadığını sorduklarında da, sizin ileri görüşlülüğünüzü anlatırız kendilerine! Devlet böyle günler için de gereklidir. Biraz vizyon, biraz da cesaret. Haydi...

15 Nisan 2012 Pazar

SENKRONİZASYON

Maç yayınlarına takmış durumdayım son zamanlarda. Ligtv'ye olan sevgim (!) malum, ama Atv'nin kupa maçlarındaki performansı da aklımdan çıkmıyor bir türlü. Ligtv'nin çift spikerli müthiş buluşuna karşı Atv yıllardır kadrolaşmış yorumcularını kullanıyor. İşte bu noktada bende ipler kopuyor. Gazeteler takımları kayırdıkça, televizyonlar "takım" yorumcularına kapılarını açtıkları sürece bitmeyecek bu ıstırap.

İki sezon önce Bursaspor şampiyon oldu. Hani Türkiye'de devrim olmuştu? Anladık, seyirci büyüklerde, tiraj ve reyting büyüklerde. Ama onlara büyük diye diye, adamların ayaklarını yerden kestiniz. Bursaspor'un da şampiyonluğun nimetlerinden yeteri kadar faydalanamaması biraz da kendi hataları tabii. İşte akıllı yönetici kavramı burada ortaya çıkıyor. Bakın gazetecilere. Futboldan anlamıyorlar, ama canlı yayında takımlarının (!) haklarını nasıl koruyorlar?  Spor Toto Süper Lig veya Ziraat Türkiye Kupası'nda iki Türk takımı karşılaşıyor. Galatasaray'ın yenilmesine Levent Tüzemen, Fenerbahçe'nin yenilmesine Gürcan Bilgiç çok üzülüyor. Futbol ileri gitmiyor onlara göre. Nasıl bir pişkinliktir? Kanal müdürlerinin kankalığı müessesesi bu işin kuralıdır. Onlar da oyunu kuralına göre oynarlar. Ömer Üründül ise ayrı bir fenomen. Kendi dünyasında takılıyor. Televizyon çalışanları da kendisini çok seviyormuş. Para bol, haliyle çalışanlara ikram da bol. Olan, ekranda güzel bir şeyler görmek ve duymak isteyen bize olur. Güzel bir şeyler görmek zaten zor, bari kulağımıza bu işkenceyi çektirmeyin.

Maç yayıncılığında görmek istediğim ilk yenilik, spiker ve yorumcu sesinin kısılıp sadece seyirciyi duyabileceğim bir teknolojidir. Parası neyse vereceğim, yeter ki kurtarın bizi bu azaptan.

14 Nisan 2012 Cumartesi

BAŞ AĞRISI

Bazen düşünüyorum da, Türk futbolunu yönetenler kendilerini dünyanın neresinde görüyorlar acaba? UEFA ve FIFA sıralamasını falan boşverin. Yıldırım Demirören sabah kalkıp İstinye'ye giderken, kendini dünyanın en önemli futbol adamlarından biri olarak görüyor mudur? Gerçekten merak ediyorum. Eğer kendisini tanıyanınız varsa, ne olur söyleyin, uyansın bu rüyadan. Yapılmaya çalışılan şeyler komik oluyor, eğreti duruyor. Şampiyonlar Ligi'ni örnek alıyorsunuz, kareografiler hazırlıyorsunuz, sonra bir yağmur yağıyor ve kral çıplak! Ligtv'nin paralı askerleri de ne bahane üreteceklerini şaşırıyorlar. Saçmalamaya başlıyorlar.

Beş yıl Avrupa'ya gitmeyelim derken, bizi bu saçmalığa mahkum etmeyi mi kastettiniz? Ben şahsen istemiyorum. Aklı başında kimsenin de buna dayanabileceğini düşünmüyorum. Utanıyorum bu düzenin bir parçası olmaktan. Evet, maalesef bir parçasıyım. Bu hayatta en çok sevdiğim varlıklardan biri bu ligde oynadığı sürece de öyle olacağım. Ne çok isterdim takımımın ligden çekilmesini ya da en başından bu sevdaya tutulmamayı. Artık yapacak bir şey yok. Tek dileğim; sağduyulu ve cesaretli insanların bir gün kalkıp "Durun artık, çekilin bir kenara!" demeleridir. Para artık bu oyunun en önemli aracı, anladık! Ama bize insanlığımızı kaybettiriyorsunuz saçma sapan ihtiraslarınız yüzünden. Yaptığınız hiçbir şeyi, aldığınız hiçbir kararı karşılıksız bir sevgiyle gerçekleştirdiğinizi düşünmüyorum.

Bir gün bu işleri bırakacaksınız. Arkanızı dönüp bakacaksınız. Gördüğünüz şey, sürekli koşturan insanlar olacak. Ne yapıyor bu adamlar diye bakacaksınız. Aslında tek yaptıkları, sizin yarattığınız enkazı temizlemeye çalışmak olacak. Kulaklarınız çok çınlayacak!

8 Nisan 2012 Pazar

RENK KÖRÜ

Istırabın ikinci perdesi de bitti sonunda. Yıllardır 2 perde olarak izlediğimiz oyun bu sene 3 perde. Neden? Çünkü beylerin keyfi böyle istedi. Dumanını durmadan içlerine çektikleri purolarının ucundaki külleri yine halıların altına attılar. İçerisi pislik dolu. Biz bunu biliyoruz zaten, ama onlar ve ağa babaları Digiturk, hayallerinde yaşattıkları dünyada çok mutlular. Her şey o kadar güzel ki! Heyecan dorukta. Önümüzde 6 güzide hafta daha var. Üstelik 4 büyükler sahada. Adı da şanına yakışır olsun: Süper Final.

Bu sezonun göreceli olarak en başarılı takımı Galatasaray Play-Off'lara önemli bir puan farkıyla girecek diye düşünür sistemi bilmeyen biri. Ama olmaz, olamaz. Burası Türkiye! Aldığın puanları yarıya bölerler, aynı puan sistemiyle devam ederler. Çünkü Türk futbolunu yönetenler en ufak bir matematik zekasına sahip değildirler. Bu muhteşem sistemi ortaya çıkarırken adet yerini bulsun diye bazı akil adamlara elbet danışmışlardır, ki birinin Uğur Meleke olduğunu biliyoruz, ama yine bildiklerini okumuşlar ve ortaya bu durum çıkmış. En basitinden örnek vermek gerekirse; normal sezon sonunda birinci ve ikincinin puanları "90-81" olsaydı, Play-Off'ta "45-41"; "91-82" olsaydı, "46-41" olacaktı. "Ben yaptım, oldu"cular işlerini iyi becermiş.

Elinizi taşın altına sokup bir karar veremediniz. Sezonu geç başlattınız. Haftada neredeyse 3 maç oynattınız. Taraftarları daha önce hiç olmadığı kadar ayrıştırdınız. Kadınları ve çocukları bir cezanın öğeleri yaptınız. Türkiye Kupası maçı olduğunun farkına bile varamadım bazen. Belki Ziraat Bankası bile olmamıştır! Şimdi sezon bitti. Ziraat Türkiye Kupası'nda yarı finale kalan takımlardan Play-Off'ta olmayanlar haftalarca 1 maç için antrenman yapacaklar.

Sadece ânı düşünerek karar verdikleri için onlar da şaşırıyorlar. Eminim ki "Nasıl oldu, hayret?" diyorlardır. Allah yardım etti de yukarıdaki matematik haksızlığına kimse uğramadı. Ama yaptıkları yapacaklarının teminatıdır diye düşünüyorum. Önümüzdeki yıllar çok daha büyük sıkıntılara gebe. Ama sadece bize sıkıntı! Onlara göre her şey kusursuz. Kusur bizim bu kepazelikleri izlemeye devam eden gözlerimizde.

11 Mart 2012 Pazar

ESKİSİ GİBİ OLMAYACAK

Uzun zamandır bu konuda yazmayı düşünüyordum, elim kaleme yeni gitti. 2007'nin yaz ayları... Cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaşıyor. Yürüyüşler, protestolar, "Benim cumhurbaşkanım değil" diyenler,... Her şeye olduğu gibi, Çankaya'daki Abdullah Gül ve ailesine de alışıldı. Zaten yapılanlar bence manasızdı. Böyle bir hakkı vardı, kazandı. Şimdi ise en sevdiğimiz sporun -ki millet olarak pek spor olarak görmeyiz- başındaki adam seçildi. Benim için büyük bir yıkım oldu. O zamanları hatırlattı. Ruh halim değişti. Ben de onu kabullenemeyen insanlar gibi oldum sanırım. Cumhurbaşkanını bizim meclise gönderdiğimiz insanlar seçerken, ki artık onların da bu işi beceremediği kabullenildi, futbolun patronunu 18 tane, ne olduklarını hepimizin bildiği, karakter yoksunu insan seçiyor. 

Yıllardır dile getirilen, ama bir türlü kimsenin kabullenemediği olaylar az çok su yüzüne çıkmaya başladı. Bu pisliğin arkasında kimler varsa, hangi takımların temsilcileriyse, hepsinin ceza alması en büyük dileğim. Ama Yıldırım Demirören'le mi olacak bu iş? Hiç sanmıyorum. Kendisi de bu güruhun içinde. Beşiktaş'ın şu anda olduğu durumdan memnun olan kaç kişi var? Sürekli göz boyanarak geçen seneler, Beşiktaş'ın belki de önümüzdeki 10 senesinin kaybolmasına sebep olacak. Bu adama mı emanet ettik ülkemizin ligini, takımlarını, gençlerini? Yıllardır geriye giden milli takımımızın iyi günlerini görebilmek için belki de iki jenerasyon daha geçmesini bekleyeceğiz. "Babası şirketten kovmuş" geyiklerini ciddiye alan milyonlarca insan nasıl güvenecek kendisine? Ama önemli olan, Kulüpler Birliği tabii! Marka değerimiz, yayıncı kuruluşumuz, sponsorlarımız; bizi ayakta tutan. Zaten "Avrupa'ya da, gerekirse, gitmeyiz" dedi ya, vizyonu ile ilgili büyük bir fikir verdi.

Artık olup biten hiçbir şeye şaşırmıyorum. "Seneye ligi lider btirenle sonuncu bitiren, şampiyonluk için final maçına çıkacak" deseler, buna bile diyecek bir şeyim yok. Yıldırım Demirören bu! Türk futbolunun patronu. Kılavuzumuzu bulduğumuza göre, yanımıza bolca temizlik malzemesi almayı unutmayalım. İhtiyacımız olacak.

28 Şubat 2012 Salı

KÂBUS

TFF seçimleri yapılmış. Gününü unutmuşum. Akşam haberlerinde haberim oldu. Ne bir heyecan ne bir sevinç! Hiçbir şey hissetmiyorum. Beşiktaş taraftarı, Yıldırım Demirören'den kurtulmanın mutluluğu içindeyken; korkudan titreyen yöneticiler, başkanın borçları hibe etmesiyle derin bir nefes aldılar. Ne kadar büyük adam oldu şimdi, Yıldırım Demirören! Yalnız bir şartı vardı. "Gelecek olan diğer başkanlar da alacaklarını hibe etsinler" dedi. Düşünüyorum, bir türlü mantıklı bir açıklama bulamıyorum. Bir insan nasıl bu kadar yüzsüz olabilir? Hiç mi kişisel muhakemede bulunmaz?

Beşiktaş'taki başkanlığı döneminde yaptıkları ortada olan Yıldırım Demirören, büyük ihtimalle gece rüyasında gördüğü ak sakallı dedenin nasihatleri üzerine federasyon başkanı olmaya karar verdi. Bu arada, başkanlığı süresince Beşiktaş'a "hibe" ettiği parayı muhasebesel olarak nasıl göstermesi gerektiğini de o sırada öğrenmiştir. Gerçi onu Ankara'ya yaptığı son ziyarette gerekli mercilere sormuştur. Türk futbolunu nasıl kurtaracağına dair ayrıntıları da aradan çıkartmıştır.

Üzülüyorum. Gün geçtikçe umudumu yitiriyorum. Bırakın 10 sene sonrasını, yarın ne olacağı belirsiz Türk futbolunun kimlerin eline kaldığını gördükçe "Bu oyunu keşke sevmeseydim" diyorum. Sonra teknolojinin geldiği nokta aklıma  geliyor. Alıyorum elime kumandayı. Kanalı değiştiriyorum. Rahatlıyorum...

16 Şubat 2012 Perşembe

ÇIKARKEN KAPIYI KAPATIN!

Haksızlığın derecesi vardır elbet. Peki ya suçun? Tepesinde olduğunuz kurumun bütünüyle pisliğe batmasını savunurken, "Ama bir de onlara bakın!" demek size ne kazandırır? Uçurumdan aşağı düşerken diğerlerini de çekmekten başka bir şey değil yaptıkları. Çeksinler tabii. Batacağımız kadar battık. Utanacağımız kadar utandık. Anlı şanlı takım elbiselilerin, yüzleri façalı, yürekleri prangalı "ağabeyler"den de öğreneceği şeyler varmış. Bu süreçte onu da anladık.

Geçici sevinçlerin hayranıyız biz. Ağzımıza çalınan parmak parmak ballardan şeker hastası olduk, haberimiz yok! Her gün öğrendiğimiz haberler aslında dün yaşadığımız her şeyin yalan olduğunun göstergesi. Soruyorum o halde: Neden? Hızla geçip giden hayatınıza dönüp baktığınızda ne ile övüneceksiniz? Yarattığınız hayal dünyasında döndürdüğünüz dolaplar yüzünden binlerce gence yaşattığınız hayal kırıklıklarıyla mı?

Hatırlar mısınız, "birlik ve beraberliğe ihtiyacımız olan" ne çok gün vardı bir zamanlar? O masanın etrafına 18'iniz birden "birlik" oluşturmak için oturduğunuz her an bir daha kalkamamanızı diliyorum. Şu bir türlü bitmeyen paralarınızla ne yapacağınıza bir karar verin de, biz de ardınızda bıraktığınız enkazdan yeni bir mutluluk kaynağı yaratmaya odaklanalım.

Babam yıllardır hep fırça atar, "Neden bu kadar 'fanatiksin'?" diye. Hiçbir zaman anlatamadım ki, benimkisi fanatiklik değil, karşılık beklenmeyen bir aşktı. Bu aşkı, kızın, mizaçları sürekli değişen üvey babaları bozdu!

17 Ocak 2012 Salı

"ZİHNİYETİNİZE LANET, VİCDANINIZA MÜEBBET!"

İnsan doğup da aklı düşünmeye elverişli hale geldiğinde ilk bakması gereken, hangi eylem ve boylam aralığında doğduğu olmalıdır. Ben güzel bir yılda, güzel bir ülkede doğduğumu zannediyordum. Ama yıllar geçtikçe bu ülkenin geleceğine ilişkin umudum azalmakta. Aklım erdiğinde gördüğüm ilk devlet başkanı Kenan Evren'di. 12 Eylül 1980 öncesi ülkenin durumunu tekrar anlatmaya gerek yok. Aklımın ermesinden yaklaşık 25 yıl geçti. Bugün 94 yaşında olan Kenan Evren yargılanarak vicdanlar rahatlatılmaya çalışılıyor. Neyse diyorum ve geçiyorum.

Ortaokula gidiyordum. Uğur Mumcu'nun evinin bir alt sokağında oturuyorduk. Sessiz bir pazar günü birden neye uğradığımızı şaşırtan bir patlama yaşandı. Küçüktüm. Neden olduğunu anlamıyordum. Ama yıllar geçtikçe Uğur Mumcu'nun ne kadar önemli ve değerli bir insan olduğunu algılamamla devlete olan bakış açım değişmeye başladı. Ülke olarak boşa harcadığımız 90'ların sebepleri bugün sorulmaya çalışılıyor. Ama soran kim? O günlerin hesabını soran zihniyet, bugün kendi karanlık dünyasını yaratıyor. Bizi de bu dünyada yaşamaya mahkum ediyor. Yıl 2012. Bugün 5 yıldır süren Hrant Dink davasının sonucu açıklandı. Bu ülkede yaşayan Ermeni bir gazetecinin kaderi iki gencin o günkü ruh halinin elindeymiş. Ben açıklanan karardan bunu anladım.

Bu davanın ve gelmiş geçmiş bütün faili meçhullerin sonucuna bakıp "Bana ne?" diyen zihniyet! Bu ülkede yolda yürürken sebepsiz yere arkandan vurulup ölebilirsin. Seni kollamasını beklediğin devletin seni vuranlardan bunun hesabını sormaz. Senin ve sevdiklerinin içi acır. Adın bir kayıt defterinin üzerindeki birkaç çizikten ibarettir.

Bütün bu olayların gerçekleştiği ülke %99'unun müslüman olmasıyla övünüyor. İnsana insan olduğu için değer verilmesini öğütleyen bir inancın böyle temsilcileri olamaz. Hep neden büyük ülke olamadığımızı tartışıyoruz ya! Toprağın altında bu kadar fazla haksız yere yatan insan oldukça, seni korumasını beklediklerin en büyük korkun oldukça, hiçbir şekilde mutlu olamayacaksın. Kıyametin ne zaman kopacağını tabii ki bilemeyiz, ama bu toplumun önemli bir kesiminin zihniyetinde lanet, vicdanına müebbet olduğu sürece, bize öbür dünya da dar gelecek!

15 Ocak 2012 Pazar

FİLM ŞERİDİ

"Çok duygusal bir toplumuz" deriz ya hep. Bunu nereden çıktığını bir türlü anlayamadığım  "Akdenizliliğimize" bağlar bazı insanlar. Çabuk parlarız, ani tepkiler gösteririz. Karşımızdakini düşman belleyip, olmadık hakaretleri edebiliriz. Başına acı veren bir olay geldiğinde ise, elimizden geleni yapıp, onu ayağa kaldırmaya çalışırız. En önemlisi, çabuk unuturuz! Yapılan yardımların arkasında hemen başka bir şey olup olmadığını sorgularız. Çok değişken bir yapımız var anlayacağınız. Peki, bütün bu hareketler ne kadar yakışık alıyor?

Türk futbolunun en büyük değerlerinden Lefter Küçükandoniyadis hayata gözlerini yumdu. Hangi takımdan olursa olsun, herkes ona olan saygısını belirtti. Hakkı Yeten ve Metin Oktay'dan sonra bir başka büyük kulübün en büyük efsanesini uğurladık. Futbolumuzun tarihinin en sıkıntılı günlerini geçirdiği bu zamanlarda çok önemli bir samimiyet sınavıdır bu an. Bu adamların yarattığı "takımlar üstü" insaniyet duygusunun bütün insanlarımıza sirayet etmesini diliyorum. Temsil ettiği renklere olan sevdalarının ötesinde, insana olan sevgileridir onları bu kadar büyük yapan. Yaptıkları hareketlerle, çok önemli insanlar olduklarını düşündüğümüz kulüp başkanlarından daha büyük etkiler yaratmışlardır. Bugünün spor dünyasında bu çapta önemli şahsiyetlerin ortaya çıkamaması bizim ayıbımızdır. Her şeyin sebebini paraya bağlamak, kolaya kaçmaktır.

Bir takımın nasıl sevilmesi gerektiğini öğrenmek için onların hayatlarını tekrar tekrar okumalı ve bizi bu hale getiren insanlardan bir an önce kurtulmalıyız. Gözlerinize inen perdeleri kaldırın artık! Saha dışında rakip takım taraftarını bıçaklayan, saha içinde rakibinin ayağını kıran zihniyeti bir an önce ortadan kaldıralım. Sonuçları kime dokunacaksa, siz sağduyulu insanlara dokunmayacağı kesin, gerekli temizliğin yapılmasına katkıda bulunalım. Bu güzel adamların bize bıraktıkları mirası doğru anlayarak, kendimize gelmemiz dileğiyle...

9 Ocak 2012 Pazartesi

TEMİZLİK ZAMANI

Çok sıkıntılı bir dönemden geçiyorum. Ruh halimi sağlam tutmaya gayret ediyorum. Motivasyonum bir iniyor, bir çıkıyor. Bu ülkede yaşamanın nasıl bir şey olduğunu hatırlatan gelişmeler de neredeyse her gün gözüme sokulmakta. Böyle bir ortamda Galatasaray'ın 90 dakikalık gösterisini izlemek bir nebze olsun sıkıntılarımı unutturur diyorum. Ama ne fayda! Eskiden günde 4 maç izleyen ben, şimdi takımımın maçının olduğunu o günün sabahında öğreniyorum.

Geçen sene TT Arena'nın açılışını kendi şovuna çeviren Erdoğan Bayraktar bugün de arz-ı endam eylemiş! Futbol; siyaset ve mafyanın birbirini aynı potada erittiği bir metaya döndü. Endüstriyel futbol geyikleri yapmaya gerek yok, ama bir rahat bırakın artık! Bir şekilde yüksek yerlere gelmiş bu adamlar, her konuda fikirleri olduğunu gözümüze sokmasalar olmaz. Kendinize ait pis bir dünyanız var. Buralar zaten yeterince pisliğe battı, bir de siz içine etmeyin. 3 Temmuz 2011'den beri gelişen olaylar, Türkiye'de kimin bu oyuna nasıl baktığı konusunda ipuçları veriyor. Her şey şu anda iddia konumunda. Herkes eteğindeki taşları döktü. Başkanlar ve Kulüpler Birliği, kişiliklerini ortaya koydu. Bizim bu oyunu boşuna izlediğimizi, her şeyin başından belli olduğunu ve buna kendilerinin bir itirazı olmadığını belirtiyorlar. Ama görmek istemedikleri şey şu ki, bundan birkaç yıl önce "marka değeri" diye yırtındıkları günler çoktan geride kaldı. Bundan sonra da hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Körler ve sağırlar birbirlerini ağırlayacak.

Bütün bu olayların Aziz Yıldırım ekseninde dönmesine Fenerbahçe taraftarları isyan ediyor. Ama beni asıl şaşırtan, 105 yıllık büyük bir kulübün taraftarlarının kendilerini bu duruma düşüren insanı, adı konulmamış bir mertebede, neredeyse ilahlaştırmalarıdır. "Kazanmak için her yol mübahtır" deyip önüne çıkan her şeyi yıkmayı düşünen, karşısındaki insanı hor gören, sakıncalı bir ruh hali karşımızdaki. Duruşmalar sonunda haksız yere yatmış da olabilir, ki zor bir ihtimal, ancak Aziz Yıldırım ve onun eksenindeki diğer yöneticiler (hangi takımdan olursa olsun) bu oyuna telafisi çok zor hasarlar vermişlerdir. Futbol sadece futbol değildir belki, ama insanların onurlarını bu kadar kolay kaybedecekleri bir şey de değildir. Kasmayın o kadar. Keyif almaya bakın.