30 Kasım 2010 Salı

DAHA İYİSİ YOK!

Dün akşam Barcelona dünya futboluna neden yön verdiğini bir kez daha gösterdi. Johan Cruijff'la 22 yıl önce başlayan futbol resitalinin hala nasıl kusursuz bir akıcıkla sürdüğü akıllara zarar veriyor. Birbirini çok iyi tamamlayan 11 oyuncu her an birinin boşalttığı alanı doldurarak ve rahat pas alacağı alana en kısa zamanda geçerek topu rakip takımın görmesine mani oluyor. Real Madrid'i bile o sahaya çıktığına pişman ediyor. Bugün çoğu takımın oynamaya çalıştığı etkili bir 4-3-3 sistemini sadece üzerinde bu bordo-mavi formalar olan oyuncuların oynayabilmesi, başarmak için futbolun bütün bileşenlerinin bir araya gelmesi gerektiğini ve bir kulübün, ne kadar paraya sahip olursa olsun, en tepeye ulaşmak için farklı dokunuşlara ihtiyacı olduğunu gösteriyor. Zaten Barcelona'ya da sanırım bu yüzden "més que un club (bir kulüpten daha fazlası)" diyorlar. 

Jose Mourinho sahaya çıkarttığı kadroyla Fatih Terim'in 2002'de Fenerbahçe'ye 6-0 yenildiği maçtaki kadrosunu bana anımsattı. O da ilk devre bittiğinde hatasının farkına varmış olmalı, ama iş işten geçmişti. Zekası üst düzeyde olmasına rağmen, Mesut Özil büyük futbolcu olmak için başka şeyler de gerektiğini bu maçta anlamıştır sanırım. Fizik gücün önemi ortaya çıktı. Barcelona'nın gözü dönmüş, enerji dolu oyuncularına karşı Real Madrid oyuncuları çok sıradan ve silik göründüler.  Ama Messi'nin fiziğini dikkate almamak gerekir. Çünkü kendisi oynadığı futbolla (ya da oynadığına her ne denilirse) bu dünyaya ait olmadığını bir kez daha gösterdi. Mütevazılığı ise onu daha da büyütüyor. Bu yüzden artık Cristiano Ronaldo'yla karşılaştırılmaması gerektiğini düşünüyorum. Onun yaptığı hareketler de çaresizliğin yarattığı psikolojiden başka bir şey değil.

Pep Guardiola, Johan Cruijjff'un öğrencisi olduğunu her açıdan belli ediyor. Barcelona'ya adanmış bir hayat, elde ettiği başarıların daha farklı anlamlar kazanmasına sebep oluyor. Bir teknik direktörün yaşının değil, kafasındakilerin önemli olduğunu gösteriyor. Bu sporun içindeki insanların olaylara farklı açılardan yaklaşabildikleri sürece nerelere gelebileceklerinin kanıtıdır kendisi. Biz de bakış açımızı değiştirmek, gördüğümüz şeylerden dersler çıkartmak zorundayız.
Son olarak; Barcelona'nın oynadığı sürekli pasa dayalı futbol bazı insanları sıkabiliyor (rakip takım bir şey üretemediği için). Ama daha iyisi gelene kadar, sanırım en iyisi bu.       

28 Kasım 2010 Pazar

ALİ SAMİ YEN'DE BİR TRAJEDİ DAHA

Ali Turan'ın yaptığı anlamsız penaltıyla başlayan maçın zaten zor gol atan Galatasaray için ne kadar zor geçeceği hemen belli oldu. Bir oyuncu ne kadar iyi niyetli olursa olsun, yetenekleri sınırlıysa, ne yaparsa yapsın, oyuna katkısı belli bir seviyede olur. Galatasaray bu tip oyuncularla dolu bir kadroya sahip. Başta Ali Turan olmak üzere, takımın çoğu her an ne yapacağı kestirilemeyen, taraftarda ümit yaratmayan oyuncular. Böyle olunca tribündeki homurtuları duyan oyuncuların ayakları daha da birbirine dolanıyor ve yapabileceklerini de yapamıyorlar.

Bütün maç boyunca hata sayısını minimumda tutan Beşiktaş defansındaki oyuncuların uyumu ve orta sahanın lideri Guti Hernandez'in yönlendirmesiyle, Beşiktaş ne kadar az pozisyona girse de, Galatasaray'ın önemli bölgelerde etkin olmasını engelledi. Galatasaray ise Beşiktaş'ın yumuşak karnı olan Roberto Hilbert'in kanadını kullanmayı çok fazla akıl edemedi. İkinci devrenin başında herkes Milan Baros'u beklerken, Mehmet Batdal'ı oyuna sokan Gheorghe Hagi hayal kırıklığı yarattı. Zaten en tehlikeli poziyonlarını 69 ve 70'inci dakikalarda, taraftarın sevgilisi olmasına rağmen bazı fiziksel güçsüzlükleri yılların ilerlemesiyle açıkça gözüken Harry Kewell ile bulması, takımın durumunun özetiydi. Kendisi son dakikada takımın tek golünü atarak her şeye rağmen ayakta olduğunu da gösterdi. Ama Beşiktaş'ın ikinci golünün sahibi Mert Nobre de, ne kadar etkisiz oynarsa oynasın, Galatasaray maçlarını neden çok sevdiğini hepimize bir kez daha gösterdi.

Galatasaray'da, çok kişi tarafından beğenilmese de, savaşçılığıyla takıma bir şeyler vermek için çırpınan Lorik Cana göze batarken, çok yetenekli olduğu iddia edilen Elano Blumer, bir futbolcunun ruhu olmazsa, hiçbir şey olamayacağının canlı kanıtıydı. Guti Hernandez'in Beşiktaş için yaptıklarını Galatasaray da ondan bekliyordu. Ama o, arkadaşlarıyla sürekli bir tartışma içinde olmayı tercih etti. Bu da takım içindeki uyumu bozan başlıca etkenlerden biriydi. Şimdi böyle eksiklikleri bulunan bir takımda bir de milyonlarca Euro bonservis parası ödediğiniz Zvjezdan Misimovic'i anlaşılamayan bir sebeple kadro dışı bırakma rahatlığını gösteriyorsanız, güvendiğiniz bir şeyler var demektir. Bunu bir ara taraftara da gösterirseniz, herkesi rahatlatırsınız.

27 Kasım 2010 Cumartesi

BİZİMKİSİ DE KENDİ ÇAPINDA KLASİK

Bu pazartesi dünya futbolunun en muhteşem gösterilerinden biri (kulüp bazında bence en muhteşemi) var. Sırf bu yüzden futbolseverlerin pazartesi sendromu yaşamayacağını bile söyleyebilirim. 891 gazetecinin akredite olacağı, 100.000 Barcelonalı'nın Camp Nou'yu dolduracağı, milyonlarca futbol aşığının televizyon başına kilitleneceği gecede herkesin tek bir beklentisi var: kaliteli futbol. 

Diğer taraftan, İstanbul'da, taraftarlarını her sene gereğinden fazla beklentiye sokan, Avrupa'da başarılı olma hayalleriyle başladıkları sezonları hayal kırıklıklarıyla kapatan iki büyük (!) takımın mücadelesi var. Ne kadar büyük transfer yapılırsa yapılsın, gerek federasyonun gerekse kulüplerin iletişim yetersizliklerinden dolayı, sınırları bir türlü aşamamış bu mücadele son yıllarda Galatasaray-Fenerbahçe mücadelesinin yarattığı suni heyecanı bile yakalayamıyor. Bunun sebeplerinin başında medyanın diğer rekabette daha çok sansasyon yakalaması geliyor. Ama biletlerin satış hızı bile bunun bir realite olduğunun göstergesi. 

Frank Rijkaard, Galatasaray'ın başında olsaydı, 2007-08 sezonunda El Clasico'da karşılaşmış bu iki futbol adamı 4 sene sonra İstanbul derbisinde karşı karşıya gelmiş olcaktı. Bunu 4 sene önce birisi söylese, yüzüne şaşkın şaşkın bakardık herhalde. Ama Frank Rijkaard kasım ayını göremeden yolun sonuna gelince, Bernd Schuster, karşısında Gheorghe Hagi'yi buldu. Onunla da oyunculuk zamanında El Clasico'da karşılaşmaları enteresan bir ayrıntı. 

İki takım da çok kötü bir sezon geçiriyorlar. Ama önemli olan, ikisinin de değerli kulüpler olduklarının ve seyirciye hak ettikleri iyi futbolu sunmak zorunda olduklarının farkına varmalarıdır. Sanırım beklentileri çok yüksekte tutmamak en iyisi. Belki de bu şekilde izlediğimiz oyundan maksimum keyifi alabiliriz. Ya da kendimizi nasıl kandırmak istiyorsak artık!

25 Kasım 2010 Perşembe

SORUN TÜRKİYE LİGİ'NDE Mİ?

Bursaspor'un ilk Şampiyonlar Ligi maçını Galatasaray'ın 1993'teki ilk maçına benzetmiştim. Kaderi de neredeyse birebir onlarınki gibi oldu. Beşinci maçında ilk golünü atmasının ardından Turgay Bahadır'ın havalara zıplayarak yaşadığı sevincini (rakip takım 5 gol atmışken) hüzünle izledim. 1993'te "olabilir" dediğimiz şeylerin, ki o zaman Galatasaray Avrupa'nın en iyi 8 takımı arasındaydı, 2010'da başımıza gelmesini normal olarak karşılamamız sadece kendimizi kandırmaktır. Türk futbolu araya bir UEFA Kupası, bir Süper Kupa, bir Dünya ve bir Avrupa üçüncülüğü sığdırdı. Pablo Batalla, Turgay Bahadır kendisini öperken, onu bu kadar sevinilecek bir durum olmadığı konusunda uyarsaydı, daha iyi bir iş yapmış olurdu.

Şimdi konuşulan konulardan biri de Spor Toto Süper Lig Şampiyonu bu Bursaspor'sa, Tür futbolunun hali ne durumda? Bu duruma bu şekilde yaklaşmak hatalı olur. Avrupa'da başarılı olduğumuz dönemlere bakarsanız, yetenekli ve ateşli Türk futbolcularının, tecrübeli ve Avrupa'da isim yapmış yabancı oyuncularla iyi işler yaptığını görebilirsiniz. Şampiyonlar Ligi ayrı bir karakter gerektirir. Sercan Yıldırım'ın bir maçta girebileceği toplam gol pozisyonu sayısı bir elin parmaklarını geçemeyeceğine göre, kendisi asli görevini hatırlayıp son vuruşlarını hatasız yapmalı ve skora katkıda bulunmalı. Dünkü maçta da kendisi için klasikleşen bir durum oldu. Cömertçe harcadığı pozisyonlara karşı, İspanyollar acımadı ve pozisyonu buldu mu atması gerektiğini kendisine hatırlattılar. Ortalama bir Şampiyonlar Ligi forveti de zaten o kadar pozisyona girer. Ama beceri ayrı bir olay. Takım olarak yüksek konsantrasyonla oynanması gerekirken, alınan bir darbede yerle bir olan bir takım oldu Bursaspor. Fizik gücün önemini bütün maçlarında gördük. Şimdi Ertuğrul Sağlam bir bedel ödenecekse, bunu kendisinin ödemesi gerektiğini söylüyor. Aslında haklı sayılmaz. Kendisi Bursaspor'un başına gelirken kimse kendisinden Türkiye Şampiyonu olmasını beklemiyordu. Haliyle Şampiyonlar Ligi'nde neler yapabileceklerini anlamaları için de çok vakitleri yoktu.

Önemli olan, Türk futbolcusunun bu arenada başarılı olabilmek için gerekli dersleri çıkartmasıdır. Ertuğrul Sağlam'ın da kendisini geliştirmek için neler yapması gerektiğini tekrar gözden geçirmesi gerekir.

22 Kasım 2010 Pazartesi

OYUNUN PARÇASI

Bir kişinin bir takıma olan aidiyeti çocuklukta başlar. Hediye edilen bir kaşkol, aldığı imzalı bir forma çocukla takım arasındaki bağı başlatır. Stadyumda canlı olarak izlediği ilk maç ise sürekli ibadetin başladığı andır. Belki de bu yüzden "mabet" diyoruz. 80'li yıllarda bu oyunu izlemeye başlamış biri olarak, Almanya'dan "o" maç için gelenleri, akşamdan bilet kuyruğuna girenleri, stad önünde uyuyanları gördüm. 

Bugün, sezon öncesinde tamamı satılmaya çalışılan kombine biletler, bardağından yağmurluğuna, her taraftarın sahip olması beklenen "merchandise" ürünler var. Bu satış stratejisiyle yaratılmak istenen taraftar profili futbolun ruhunu yavaş yavaş öldürüyor. "Daha çok kazanalım" derken kaybettiklerinin farkına varmaları zaman içinde kulüplerin neye hizmet ettiklerini sorgulamalarına sebep olacak. Şu anda UEFA'nın uyguladığı sistem güçlüyü daha güçlü kılıyor, zayıfı ise göstermelik olarak bir süre onlarla aynı sahada oynuyormuş gibi gösteriyor. 

Babasının elinden tutup maça gelen çocuğun stadda görmek istediği şey, sevdiği renklerin zaferi için mücadele eden 11 adamdan başka bir şey değil. Babasının gurur duyduğu şey de desteklediği kulübün sahip olduğu gayrimenkuller değil. Taraftarın yaşadığı aidiyet duygusu tamamen kalpten gelen, herhangi bir karşılık beklemeyen bir histir. Bunu sınıflandırmak, ortalama kazancı olan bir ailenin bütün maaşını kulübe hibe etmesini beklemek, kısaca "Siz gelmeseniz de olur"un kibar bir dille söylenmesidir. Bunu yaparsanız, taraftarın oyuna olan etkisini azaltırsınız. Bu oyunu herkes sevebilir. Ama stadyumlar farklı yerlerdir. Camp Nou bu yüzden Katalan hareketinin başkaldırı noktasıdır. Old Trafford bu yüzden "Rüyalar Tiyatrosu"dur. Bu oyunu ayakta tutacak olan, insandır. İnsanlar arasında "gerçek anlamda" fark olmayan nadir yerlerden biri de bu mabetlerdir.  

14 Kasım 2010 Pazar

GELECEĞİ ŞİMDİDEN GÖRMEK GEREK

Biraz önce Tunalı Hilmi Caddesi’nde yabancı birini gördüm. “Benziyor herhalde” diye düşünürken, gerçekten Holger Osieck olduğunu anladım. Ali Şen’in ülkemize kazandırdığı o zamanın genç futbol adamından alabileceğimiz belki de çok şey vardı. Ama biz onu Tanju Çolak ve Rıdvan Dilmen’i kadro dışı bırakmasıyla daha çok hatırlarız. Halbuki Alman futbolunun her daim patronu olan Franz Beckenbauer’in 1990 Dünya Kupası’ndaki yardımcısı olması bile başlı başına bir olay. Her zaman altyapıya, sisteme önem veren bir ülkeden, belki de en ateşli çağında gelen bir cevheri de kısa sürede kapının önüne koyduk. Tamam, belki daha sonra yaptıkları, Japonya’ya gitmesi falan, ona çok tatmin edici bir kariyer sağlamamış olabilir. Ancak bizim yapamadığımız şey, bu insanlara gerekli sabrı gösterip istediklerini yapmak için de gerekli ortamları sağlamak. Onlar da zaten en çok buna şaşırıyorlar. Sürekli başarı isteyen yönetici ve taraftar gruplarına bir süre sonra bulundukları rüyadan uyanmalarını söylemek onlara düşüyor. Bunun sonucu ise, havaalanında tercümanıyla vedalaşma sahnesi.

Joachim Löw’ün bugün dünyanın en iyi takımlarından birinin başında olması şans olabilir mi? Mircea Lucescu’nun senelerdir Ukrayna’da başarıdan başarıya koşmasına ne demeli? Bunun gibi örnekler çok. Biz elimize gelen fırsatları kaçırdığımız sürece başımızı daha çok taşlara vururuz. Bu teknik adamları ülkeye getirme başarısını gösteren yöneticiler, aynı duruşu o insanların takımdaki sürekliliği için de göstermeliler. Bugün en önemli örneklerin İngiltere’den çıkması da bir tesadüf değil. Liverpool’un bile senelerce ligde başarı kazanamamasına rağmen, önce Gerard Houllier, sonra Rafael Benitez’de ısrar etmesi, bu oyunu bilmediklerini mi gösteriyor?

Bizim durumumuz ise biraz farklı. Bu ülkeye Jose Mourinho’yu, Arséne Wenger’i getiremeyeceğinize göre, yurtdışından teknik adam getirirken, başarıya aç, tolere edilebilir, vizyonu geniş insanları tercih etmeliyiz. Gaziantepspor bunu bir süre Jose Coucerio ile denedi, olmadı. Şimdi Kayserispor, Shota Arveladze ile deniyor. Olacak, belli! Bu ülkeyi tanıması tabii ki bir avantaj olabilir. Ama bahane bu olmamalı. Dünya küçüldükçe küçüldü. Saçma sapan yabancı tartışmalarını yapan nadir ülkelerden biriyiz. Bugün Premier Lig’de yer almak için her futbol adamı çırpınıyor. Kadrosunda İngiliz oyuncu olmayan takımlar bile var. Ama o oyuncular futbolun sahadaki dilinin tek olduğunun farkında. Kısaca, ya bu genç teknik adamları bulup getirelim, ya da takıma aidiyet duygusu olan genç adamları yetiştirip, takımı onlara emanet edelim.

12 Kasım 2010 Cuma

SÜPER LİG İÇİN DÜŞÜNCE KIRINTILARI

Premier Lig'in dünyanın en çok ilgi gören ligi olduğu konusunda çoğu kişi hemfikir. Holiganizmin açtığı yaraları sarmak için radikal bir kararla 1992'de kurulan Premier Lig, bugün dünyanın dört bir yanından milyonlarca izleyiciye ulaşıyor. Hepimizin gıptayla izlediği oyuncuların öncelikle bu ligi tercih etmesinin birçok nedeni var elbette. İnanılmaz güzellikteki zeminler, çok amaçlı stadyumlar, hem bedensel hem zihinsel olarak oyunun içinde olan taraftar, oyuna ve rakibe saygı,... Özellikle bu son yazdığım neden, yüzyıllar öncesinden gelen geleneğin günümüzde de hakkının verilmesi olarak adlandırılabilir. 

Son yıllarda diğer liglerle arasını hem ekonomik hem oyun anlamında açan Premier Lig gittikçe NBA'den esintiler sunmaya başladı. Zaten "futbolun NBA'i" sıfatını hak ettiğini gösteren sebepler az değil. NBA'in sosyal sorumluluk projeleri "NBA Cares" ve "NBA FIT" milyonlarca dolar kazanan basketbolcuların şehir insanıyla bütünleşmesini, onlarla bir şeyler paylaşmasını sağlayan ve insanları, özellikler çocukları, spora özendirmeyi amaçlayan projeler. Gönüllülüğün esas olması, her ne kadar yapmama şansları çok olmasa da, yapılan olayın içtenliğini de gözler önüne seriyor. İşte Premier Lig de bu yolda attığı adımlarla farkı gitgide açıyor. Ne kadar para kazanırlarsa kazansınlar, geldikleri yeri unutmayan, oynadığı şehre bir şeyler vermek isteyen oyuncular, kendilerini o yerlere layık gören taraftarlarla iç içe bulunmaktan zevk alıyorlar. Bunu göremeyenler için yapılan televizyon programları da ligin marka imajını desteklemek için elinden geleni yapıyor.

Türk futbolcusunun maç ve antrenman dışındaki vakitlerini nasıl geçirdiği bir muamma. Ama spor haberlerinde gösterilen bazı hastane ziyaretleri, insani açıdan üst düzeyde olsa da, yeterli değil. İnsanların bu oyunculara dokunmaya ihtiyacı var. Süper Lig'in marka değerini yükseltmek için küçük bir öneri benimkisi.  

11 Kasım 2010 Perşembe

FUTBOL(CU) NASIL KURTULUR?

İnsan olmanın yazılı olmayan kuralları vardır. Futbolcusu, yöneticisi, menajeri, kısaca bu sporun içinde olan herkes bu kuralla bir de sporcu olmanın vermiş olduğu sorumlulukla dört elle sarılır diye düşünürken, buranın Türkiye olduğunu hatırlarsın. Galatasaray kaptanı Arda Turan'ın "Çalım atmayı ondan öğrendim" diye tavsiye etmesiyle alınan, bir türlü "olamamış" Serdar Özkan "Acaba nerelerde?" diye düşünürken "menajerlik yapan faal futbolcular" olayı patlak verdi. Olayın içindeki kişilerden en bilinenleri Galatasaraylı eski futbolcular Volkan Arslan ve Ümit Karan. Onların durumunu, olayın vehametine rağmen, bir nebze de olsa anlayabiliyorsun. Yıllarca, Volkan Arslan o kadar olmasa da, büyük bir takımda forma giymiş, oradan ayrıldıktan sonra gittikleri yerde eski ihtişamlı günlerini yaşayamamanın verdiği psikolojiyle, herhalde biraz da gelecek kaygısıyla girmemeleri gereken işlere bulaşmışlar. Ama henüz 23 yaşındaki Serdar Özkan'ın hangi niyetle bu işin içinde olduğunu kavrayamıyorum
.
Bir oyuncu formsuz olabilir, takımına alışamamış olabilir, ailevi sorunları da olabilir. Ama yaptığı işe saygısı olur. Bütün futbolcular, işlerine gelince, profesyonel olduklarını, geleceklerini düşünerek bu paralara oynadıklarını ve bu sporu belli bir yaşa kadar üst düzeyde yapmalarının zorluğunu anlatıyor. Ama Türk futbolcusu aklını çok farklı şekillerde kullanmayı seviyor. Şartlar, etrafındaki kişiler onu bu hale getiriyorsa, oynadıkları takımların yönetimleri, psikologları görevlerini eksik yapıyorlar. Bu kadar çok insanı, olguyu içinde barındıran bu spor, göründüğünden çok daha ciddi bir biçimde ele alınmalı. Bu bir yaşam biçimi ise eğer, bütün bileşenlerinin birbirine bağlı olduğu, birinin bozulmasının diğerlerini negatif yönde etkileyeceği ve hepsinin sonucunda önümüzde elle tutulur bir değerin kalmayacağını herkesin anlaması gerekiyor.

Türkiye bunun gibi belki de pek çok olay yaşadı, ama maalesef ancak günümüzde bunları ortaya çıkartmayı başarabildik. Bugün, Gökdeniz Karadeniz'in neden milli takıma alınmadığı bir karakutunun içinde gizli. Birileri bu oyunculara bütün bu yanlışlardan nasıl ders almaları gerektiğini, mücadelenin sadece o sahanın içinde verilmesi gerektiğini anlatmalı. Bu ligde oynayan futbolcuların yerinde olmak isteyen milyonlarca genç var. Kendilerinin son derece şanslı olduklarının farkında olmalarını veya bunu birilerinin onlara hatırlatmasını diliyorum.   

8 Kasım 2010 Pazartesi

BÜTÜN ŞEHİR İSTERSE

Trabzonspor 70’li yıllardan itibaren Türk futboluna damga vurmuş, 6 şampiyonluk yaşamış, sadece 2000’li yılların ilk yarısında hedeflerinden kısmen sapma olsa da, istikrarlı bir takım olarak yoluna devam etmiştir. Şehir olarak şampiyonluğa olan hasretleri son yıllarda takım üzerinde bir baskı yaratsa da, bu şehrin çocuğu Şenol Güneş’i, dördüncü kez takımın başına gelmesine rağmen, bağırlarına basmaları başarıya olan çılgın özlemlerini mantıklarıyla birleştirdiklerinin bir göstergesi. Zaten geçmişten gelen ilginç istatistikler, aslında her zaman bir sistem takımı olma konusundaki isteklerini gözler önüne seriyor. Yıllarca Ahmet Suat Özyazıcı ve Özkan Sümer’i takımın başına tekrar tekrar getirmeleri ve pek başarılı olmasa da, bir süre Belçika ekolü üzerinde ısrar etmelerini (Urban Braems, Georges Leekens, Hugo Broos) bu yolda atılan adımlar olarak sayabiliriz. Özkan Sümer’in, Trabzonspor’un Cruijff’u desek yanlış olmaz, hala bir danışman gibi çalışması da geçmişlerine olan saygılarını gösteriyor.

Sahada en yetenekli oyuncularından Alanzinho ve İbrahim Yattara olmamasına rağmen, ne yaptığını bilen, rakip takımı boğan, birbirleriyle uyumlu oyunculardan oluşan bir Trabzonspor var. Bu takımın başındaki kişi ise Türkiye’de yıllarca kıymeti bilinmemiş, son dakikalarda kaybettiği bir şampiyonlukla anılan, milli takıma tarihinin en büyük zaferini yaşatmasına rağmen, enteresan sebeplerle takımdan uzaklaştırılan birisi. Belki de en verimli dönemlerini kendisine kucak açan Güney Kore’de geçirmesi, Türk futbolunun ve Trabzonspor’un birkaç sene kaybetmesine sebep oldu. Gerçi kendisi orada kazandığı olgunluğu her şekilde etrafındakilere hissettiriyor, ama insanları eleştirirken biraz daha insaflı olmamız gerektiğini de bize anlatıyor.

Trabzonspor seyircisinin aklı yüreğinin önünde gittiği sürece başarı kaçınılmaz. Başlarında onların dilinden çok iyi anlayan bir lider, sahada yetenekleri üst düzeyde olan “takım” oyuncuları var. 26 yıldır beklenen şampiyonluk tamamen onların sahaya göndereceği enerjiye bağlı.   

6 Kasım 2010 Cumartesi

TÜRK-İ MİLLİ TAKIM

Guus Hiddink'in şakayla karışık olarak Trabzonsporlu Jaja'yı Türk yapmayı önermesi kamuoyunda bir tartışmayı da beraberinde getirdi: Türkiye'de bir süredir top koşturan Brezilyalılar'ı milli takımda değerlendirebilir miyiz? Bu soruyu sorarken baz alınan ülke ise Almanya. Sığ bir bakış açısıyla bakılırsa, neden olmasın deniliyor. Hata burada başlıyor. Almanya'daki Türk, Polonya ve benzeri başka ülke orijinli futbolcuların hepsi doğuştan Alman vatandaşı. Futbol hayatlarına orada başlamış, onlar üzerine bir gelecek ve sistem kurulmuş oyuncular. Ayrıca, orijinleri neresi olursa olsun, kendilerini Alman hisseden, hayatlarını o ülkeye adamış bireyler.

Türkiye ise başlı başına farklı bir durumda. Geçtiğimiz 10 yılda ülkemize gelen yabancı oyuncular içinde kendi ülkelerinin milli takımlarında oynamayıp da, ki bahsedilen oyuncuların çoğu Brezilyalı olduğu için bu normal bir durum, ligimizde fark yaratan oyuncu sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. Böyle bir yapıya güvenerek milli takımın temellerini bu oyuncuların üzerine kurmak büyük bir kumardır. Ayrıca Türkiye'de bu spora gönlünü vermiş milyonlarca gencin şevkini kırmamak lazım. Yanlış anlaşılmasın, Mehmet Aurelio da o formayı giydiğinde terinin son damlasına kadar savaşıyor. Bu arada, Mehmet Aurelio 2002'de dünya üçüncüsü olmuş bir takım olmamıza rağmen, oyun taktiğimizin değişmesi üzerine ihtiyaç duyduğumuz bir bölgede ligimizdeki en formda oyuncu olduğu için Türk yapıldı. Şu anda forvet ihtiyacımız var diye Jaja'yı veya ondan çok daha önce düşünülmesi gereken Bobo'yu Türk yaparsak, sadece günü kurtarmış oluruz. Geniş çaplı düşünmeli, ona göre bir yapılanmayı başlatmalıyız. Guus Hiddink 2012 Avrupa Şampiyonası'nı düşündüğü için böyle çözümler düşünmesi normal. Ancak bir Hollandalı olarak, aşina olduğu modellerden biri bu olduğu için (Ajaxlı olmasa da), altyapı oyuncularımızın küçük yaştan itibaren kendi mevkilerinde en iyi olabilecek şekilde eğitilmesini sağlatmak da onun başlıca görevleri arasındadır sanırım.

4 Kasım 2010 Perşembe

SAVAŞMADAN OLMUYOR

Beni en çok şaşırtan olaylardan biri de 1-2 sezon üst düzey performans göstermiş oyuncuların, bundan 4-5 sene sonra nerede olduklarına bakmak için haritaya bakmak gereği duymamızdır. Bu durum Türkiye’de olduğu kadar dünyada da yaygın. İşte bu yüzden, aldıkları paraların çok abartılı olduğunu düşünsem de, Cristiano Ronaldo ve Lionel Messi gibi oyuncular bu oyunun hakkını sonuna kadar veriyorlar. Yeteneklerinin ne kadar büyük olduğunun farkındalar. Hayatlarını bu spordan kazandıklarıyla idame ettirdiklerini biliyorlar. Oyuna ve izleyenlere büyük saygıları var. Bu yüzden, mücadeleye fiziksel ve zihinsel olarak her an hazırlar.

İşte Türk futbolcusunun mantalite farkı burada ortaya çıkıyor. Özellikle Anadolu takımlarından çıkan oyuncular, (Bu arada, İstanbul takımlarında oynayanlar altyapıdan gelmiyorlarsa, bunlar da bu gruba dahildir.) dikkat çekebilmek adına biraz iyi performans gösterdilerse, istikrarlarını korumak konusunda son derece başarısızlar. Örnekleri çok. Ama aklıma gelen oyuncuların başında Okan Koç geliyor. Bu genç, Tuncay Şanlı ile Ümit Milli Takım’da ter döktüğü zamanlara dönmek için nelerini vermez kim bilir? Tuncay Şanlı kısıtlı altyapı eğitimiyle Premier Lig’de top koştururken, kendisi en son Adapazarı semalarında görüldü. Halbuki, çok büyük bir yetenekti. Yazık oldu.

Dünya futboluna da bakarsak, mesela Arjantin'de (ekonomik olarak sıkıntılı bir ülke olması da tesadüf değil sanırım) son yıllarda biraz parlayan her oyuncuyu (Ariel Ortega, Pablo Aimar,...), Lionel Messi hariç tabii ki, Diego Maradona ile karşılaştırdılar. Bu sadece insanların kendilerini daha iyi hissetmelerini sağlayan bir psikoloji. Her şeye rağmen, bir oyuncunun bir sene iyiyken diğer sene kötü olması onun yeteneğinin eksilmesinden değildir. O yine iyi bir oyuncudur. Ama diğer oyuncular yeteneklerinin üzerine koyarken, o oyuncu fiziksel olarak kendini sonraki sezonlara hazırlayamamıştır. Futbol artık teknik becerinin üzerine hızın ve fizik kuvvetin eklendiği bir spor. Bunlardan birinin eksikliği, oyuncuyu sahada handikaplı bir konuma getiriyor. Çünkü rakip takımda bu eksiklikleri değerlendirecek elbet bir tane silah oluyor. 

Türk futbolcusu sadece parasını hayatının sonuna kadar nasıl kullanması gerektiği konusunda aşama kaydetti, kaslarını değil. Tugay Kerimoğlu’nun 39 yaşını doldurmasına 3 ay kalana kadar oynaması bizim hatalarımızı görmek için aynaya bakmamız gerektiğini gösteriyor. Hakan Şükür bu konuda bir istisnaydı. Onu da oyundan soğutmak için yapmadıkları şey kalmadı. Ya hatalardan ders almayı bilmiyoruz ya da işimize gelmiyor. Türk futbolunun gelişmesi, dünya devleriyle boy ölçüşebilmesi için, Türk futbolcusu kendini bütün negatif dış etkenlerden soyutlamalı, oyununu geliştirmek için gereken bütün imkanları zorlamalı. Tabii ki, geçmiş kötü örnekleri de aklından hiç çıkarmamalı.

3 Kasım 2010 Çarşamba

YILDIZIMI RAHAT BIRAK!

Gareth Bale günümüz futbolunda önemli bir figür olma yolunda ilerliyor. 1989 doğumlu genç yıldız, 2006’da Galler tarihinin en genç milli oyuncusu oldu. 2007’de 5 milyon pound karşılığında Southampton’dan Tottenham’a geldi. Bu yaştaki çoğu genç oyuncu gibi yedek kulübesindeydi. 2009-2010 sezonunda Kamerunlu Benoit Assou-Ekotto’nun sakatlanmasıyla menajer Harry Redknapp ona şans verdi ve o günden beri yüzü daha çok gülüyor. Sakatlık sonucu oyuna giren ve formayı bir daha bırakmayan oyuncu örnekleri fazladır. Ama bu kesinlikle şans değildir. Sol kanadı baştan sona efektif şekilde kullanan oyuncu, sol bek olarak adlandırılamayacak kadar çok yönlü. En son Robero Carlos’un gençlik yıllarında gördüğümüz bu hareketlilik futbol dünyasına yeni bir heyecan getirdi.

Tabii, bir oyuncu bu kadar göze batınca dünya futbolunun büyük isimleri hemen onun için sıraya girdiler. Adı hemen Milan, Barcelona gibi takımlarla anılmaya başlandı. Ama olay burada başlıyor. Endüstiyel futbol varolduğundan beri büyük takımlarla küçük takımlar arasındaki fark giderek açıldı. Ayrıca, parası olan bir işadamı nispeten küçük bir takımı alıp ekonomik anlamda büyük bir takım haline getirebiliyor. Ama bahsettiğimiz takım Tottenham Hotspur (desteklediğim 3 takımdan biridir :). Her sene dünyanın en zengin kulüpleri listesinde ilk 20 arasında. Böyle değerli bir oyuncusunu hemen elden çıkartacağını sanmıyorum. Çıkartmaya ihtiyacı da yok.

Büyük takımların parlayan bir oyuncuya hemen saldırmalarının futbolun güzelliklerinden birini öldürdüğünü düşünüyorum. Ryan Giggs’in 1991’de ilk kez adım attığı Old Trafford’a 2010’da 37 yaşında çıkarken bile aynı heyecanı hissetmesi değil midir bizim sevdiğimiz? Ya da Bülent Korkmaz’ın 1979’da girdiği Florya’ya 2000’de UEFA Kupası’yla dönmesi hepsinden değerli değil mi? Takımlar kendi yıldızlarını yaratmalılar. Bu yüzden altyapılar çok önemli. Gareth Bale de her altyapı oyuncusuna örnek olabilecek bir isim. 21 yaşında Şampiyonlar Ligi’nde fırtınalar estirmek istiyorsanız, her gün üstüne bir şeyler katacak şekilde çalışmanız gerekir. O zaman hayalinizin takımıyla bir yerlere ulaşmak yolunda adımlar atabilirsiniz.

2 Kasım 2010 Salı

YENİ AMA DOĞRU ADAMLARA OLAN İHTİYAÇ

Bülent Uygun, yeni jenerasyonun umut vadeden teknik direktörlerindendi. İki senelik Sivasspor macerasıyla kendisine Türkiye’de hatırı sayılır bir yer edindi. Kişilik olarak çoğu kişi tarafından antipatik bulunsa da, sportif anlamdaki başarısı bunların üzerini örttü. Bu sene ise aldığı kişisel kararlarla spor dünyamızdaki insanların çarpıklıklarını gözler önüne serdi. Gaziantepspor’la sezon başında anlaşıp sezon başlamadan ayrılması, Bucaspor’un bütün takımını değiştirtip 7 hafta sonunda istifa etmesi, ardından 2 gün sonra Eskişehirspor’la anlaşması kendisi hakkında negatif düşünenleri bir kez daha haklı çıkarttı. Şimdi de hakkında eskiden uygunsuz menajerlik yaptığı konusunda soruşturma açıldı.

İster suçlu olsun, ister olmasın, bir kişinin hakkında bu kadar olumsuz haber çıkması insani açıdan kalplerde bir sızı yaratıyor. Spor dünyamızda, diğer sektörlerimizde olduğu gibi, bu kadar alengirli iş olması geleceğe olumlu bakamamızda en önemli etkenlerden. Mustafa Kemal Atatürk, o meşhur sözünü söylerken ne kadar ileri görüşlü olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor. O nasıl sporcunun zeki, çevik ve ahlaklısını seviyorsa, bu ülkenin insanı da daha iyisini hak ettiğine inanıyor. Bu yüzden, bu ülkenin gençlerini yetiştirirken yarışmacı sporcu olmalarından daha önemlisi, iyi niyetli insanlar olmalarıdır. Bunu başardığımızda hakemi aldatmaya yönelik hareketten dolayı çıkan sarı kartları görmeyiz artık. Kaybettiklerini sandıklarında aslında neler kazandıklarını anlamaları, onların medeni dünyada daha farklı yerlere gelmelerinde ön ayak olacaktır. Bunun bilincinde olan kişiler tarafından eğitilmeleri dileğiyle.  

1 Kasım 2010 Pazartesi

SEN NEREDE OYNAMIŞTIN?

Türkiye, gereğinden fazla şişirilmiş oyuncularla dolu her zaman. Geçmişten günümüze birçok oyuncu Anadolu takımlarında biraz sivrildikten sonra kapağı hemen İstanbul’a atmak istedi. Bazıları geldi ve çok başarılı oldu (Hakan Şükür, Ertuğrul Sağlam,…). Bazıları büyük ümitlerle geldi, hiç parlayamadı (Tarık Daşgün, Celil Sağır,…). Bazıları da senelerce gazete sayfalarını süsledi, sadece kendi reklamlarını yaptı. Sonra da İstanbul’a gelemeden sessiz sedasız futbola veda etti. Bu son gruptan çok fazla oyuncu var. Büyük ihtimalle, zamanında daha makul bir rakam isteselerdi, en azından bir üst seviyede kendilerini gösterme şansları olabilirdi. Tabii, bu bahsettiğimiz zaman (1990’lar), Anadolu takımlarının İstanbul’a daha çok savunma yapmak için geldikleri zamanlardı. O yüzden günümüzde oyuncuların bulundukları takımlarında kendilerini göstermeleri, herkes tarafından fark edilmeleri ve başarılarının takdir edilmesi için yeterli.

Geçtiğimiz sezonun şampiyonu Bursaspor’da da sivrilen iki oyuncu var: Sercan Yıldırım ve Volkan Şen. Bu iki oyuncu geçtiğimiz sezonda yaptıları büyük sıçramayla bir umut ışığı yarattılar. Ama Türk oyuncuların çoğunda bulunmayan profesyonellik anlayışı bu sezon onlar üzerinde de kendisini göstermeye başladı. Volkan Şen’in tartışmalı Amerika seyahati, bencil oyun stili; Sercan Yıldırım’ın bu seviyedeki bir forvet oyuncusuna yakışmayan şekilde kaçırdığı goller ve bunun altında yatan sebepler (?) insanların kafasında bir kez daha bu oyuncular hakkında soru işaretleri oluşmasına sebep oluyor. Bu oyuncular da sadece kısa bir dönemin oyuncuları olmaktan öteye gidemeyecekler mi? Bu eskiden çok önemli olmayabilirdi. Ama istikrarlı başarı beklediğimiz bir milli takımdan bahsedeceksek, fark yaratan oyuncuların çoğalması gerekiyor. Kısa bir parıltı bizi yanıltmaktan başka bir işe yaramıyor. Örneğin; bugün milli takım seviyesinde kendilerince çok başarılı olmasalar da (her turnuvada en azından çeyrek final gören bir takımdan bahsediyorum), İngiltere orta sahası yıllardır Steven Gerrard ve Frank Lampard’dan oluşuyor. Biz sahanın her bölgesinde “Burada yıllarca şu oyuncu banko oynar” diyemiyoruz. Çünkü o oyuncunun ne mental ne fiziksel gelişiminin bundan 5 yıl sonra da beklediğimiz gibi olup olamayacağından emin değiliz. Bizim çok iyi diye düşündüğümüz bir oyuncu, Avrupa arenasında çıkınca, sıradanlığıyla bizi hayal kırıklığına uğratabiliyor.

Acilen müdahale yapılması gerekenlerin başında bu konu geliyor. Ne yapıp edip, bütün oyuncularımıza gerekli müdahaleleri yapıp, saha içinde olduğu kadar, saha dışında da fark yaratan bireylere çevirmemiz lazım. Bu onların oyun içi zekalarını da geliştirecektir.