Bir kişinin bir takıma olan aidiyeti çocuklukta başlar. Hediye edilen bir kaşkol, aldığı imzalı bir forma çocukla takım arasındaki bağı başlatır. Stadyumda canlı olarak izlediği ilk maç ise sürekli ibadetin başladığı andır. Belki de bu yüzden "mabet" diyoruz. 80'li yıllarda bu oyunu izlemeye başlamış biri olarak, Almanya'dan "o" maç için gelenleri, akşamdan bilet kuyruğuna girenleri, stad önünde uyuyanları gördüm.
Bugün, sezon öncesinde tamamı satılmaya çalışılan kombine biletler, bardağından yağmurluğuna, her taraftarın sahip olması beklenen "merchandise" ürünler var. Bu satış stratejisiyle yaratılmak istenen taraftar profili futbolun ruhunu yavaş yavaş öldürüyor. "Daha çok kazanalım" derken kaybettiklerinin farkına varmaları zaman içinde kulüplerin neye hizmet ettiklerini sorgulamalarına sebep olacak. Şu anda UEFA'nın uyguladığı sistem güçlüyü daha güçlü kılıyor, zayıfı ise göstermelik olarak bir süre onlarla aynı sahada oynuyormuş gibi gösteriyor.
Babasının elinden tutup maça gelen çocuğun stadda görmek istediği şey, sevdiği renklerin zaferi için mücadele eden 11 adamdan başka bir şey değil. Babasının gurur duyduğu şey de desteklediği kulübün sahip olduğu gayrimenkuller değil. Taraftarın yaşadığı aidiyet duygusu tamamen kalpten gelen, herhangi bir karşılık beklemeyen bir histir. Bunu sınıflandırmak, ortalama kazancı olan bir ailenin bütün maaşını kulübe hibe etmesini beklemek, kısaca "Siz gelmeseniz de olur"un kibar bir dille söylenmesidir. Bunu yaparsanız, taraftarın oyuna olan etkisini azaltırsınız. Bu oyunu herkes sevebilir. Ama stadyumlar farklı yerlerdir. Camp Nou bu yüzden Katalan hareketinin başkaldırı noktasıdır. Old Trafford bu yüzden "Rüyalar Tiyatrosu"dur. Bu oyunu ayakta tutacak olan, insandır. İnsanlar arasında "gerçek anlamda" fark olmayan nadir yerlerden biri de bu mabetlerdir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder