16 Ekim 2013 Çarşamba

DİRİLİŞ

Bir milli serüvenin daha sonunda hüsran yaşadık. İzlediği ilk milli maçlar Euro 88 elemelerindeki meşhur İngiltere maçları olan birisi olarak, ülke futbolunun dip noktasını da, zirve noktasını da gören bir futbolseverim. Euro 96'dan 2014 Dünya Kupası'na (bu kupa oynandığında) toplam 10 büyük turnuva oynanmış olacak. Türkiye bu turnuvalardan dört tanesine katılabildi. Euro 96'ya katılmak bizim için inanılması güç bir başarı iken, 2014 Dünya Kupası'na katılamamak büyük bir hayal kırıklığı. Değişimimizin özeti belki de bu cümlede saklı. Değişen jenerasyonlar daha azıyla yetinmek istemiyorlar. En üst seviyede mücadelede kendi takımlarını da görmek istiyorlar. Bundan 25 sene öncesinin San Marino'su olduğumuz düşünülürse, tabii ki gurur duymamız gereken bir durum, ama sorulması gereken, gerçekten bu kadar iyi miyiz?

25 sene önce milli takımımıza paralel olarak kulüp takımlarımız da Avrupa'da büyük sıkıntılar yaşıyordu, ama asıl sıkıntı, kendimizi o kadar iyi zannediyorduk ki, başarısızlıklar bizi şaşırtıyordu. Şimdi "Mükemmel tesislerimiz var, nasıl başaramayız?" diye hayıflananlar, cevabı aslında sorunun içinde veriyorlar.  Buna bir de "75 milyonluk Türkiye'de nasıl başaramıyoruz?"u eklemek lazım. Olimpiyat düzenlemeyi de tesis yapma sözü ile başarabileceğini zanneden bir yönetici grubunun bu soruyu sorması tabii ki doğal, ama bu sporu gerçekten sevenler ve çözüm için kafa yoranlar sorunlara bu kadar sığ bir bakış açısıyla yaklaşamazlar, yaklaşmamalılar!

20 yıldır her yeni jenerasyonda "yıldız" statüsü verdiğimiz ve çok şeyler beklediğimiz yetenekler çıkıyor. Ne kadar iyi olduklarını ölçebileceğimiz yer Avrupa arenası oluyor. Kimisi bunun hakkını veriyor, kimisi ise unutulanlar bölümüne yeni bir madde eklenmesine sebep oluyor. 20 senedir değişmeyen bir kişi var ama! Bundan 10 sene sonra Türk futbolunun 100. yılı şerefine bir kitap yazılırsa, o kitabın tepesine büyük ihtimalle ismi yazılacak olan adam. Bu adam tabii ki Fatih Terim. Kulübünden nasıl ayrıldığı konusundaki gerçekleri kendisinden yakında öğrenmeyi umduğumuz bu adam 20 senedir ülke futbolundaki gelişimin temel taşı. Seveni olduğu kadar sevmeyeni de çok. Ama Milli Takım'ın başına bu geçişi, sevmeyenlerini bile sevindirdi. Çünkü yönettiği kulübün nasıl bir güç kaybına uğrayacağının herkes farkındaydı. Neyse, bu bir Fatih Terim yazısı olmadığı için burayı geçelim ve sorunun özüne gelelim. Sorunun özü, başları her sıkıştığında herkesin Fatih Terim'e gitmesi. Ülkedeki her türlü gelişimin temelinde inşaat sektörünü görenlerin "insana değer vermek" kavramından pek haberleri yok. Her çocuk Hakan Şükür, Sergen Yalçın olma hayaliyle bu işe başlıyor belki. Olamayınca, belli bir yaşa geldiklerinden, yönlerini kaybediyorlar. 

Şimdi zaman, antrenör yetiştirme zamanı, yönetici yetiştirme zamanı, scout yetiştirme zamanı. Ama bunlar için bir büyük takımda hasbel kader forma giymiş olmanın, cebinde yeterli miktarda para olmasının ve bir bilgisayar oyunun başında gününün 3/4'ünü geçirerek hayal kurmanın yeterli olmadığı gerçeklerini yüzümüze vuracak gerçek spor adamları gerekiyor. Bunun için de herhangi bir konuda altyapısı sağlam olmayan, ama maddi imkanları yeterli olan her ülkenin yaptığı şey yapılacak: ithalat!

Bütün bunlar uzun zaman alacak. O günler gelene kadar yapılması gereken; Gaziantepspor taraftarının Muhammet Demir'in, Kayserispor taraftarının Okay Yokuşlu'nun, Beşiktaş taraftarının Muhammed Demirci'nin, Bursaspor taraftarının Enes Ünal'ın yeteneklerini takdir etmesi ve onları her koşulda desteklemesi. Türk futbolu dünyanın en iyileri arasında değil. Türk taraftarı hiç değil. En azından bunun farkına varma ve harekete geçme zamanı. Elimizdeki değerleri küstürmeyerek ve üstüne sürekli bir şeyler katmaya çalışarak...


23 Eylül 2013 Pazartesi

OLAĞAN ŞÜPHELİLER

Sahada eksik bulduğunuz ne vardı da, sahaya girme gereğini hissettiniz? Hakemin yerine daha tutarlı kararlar vermek için mi, Manuel Fernandes'in yerine o golü atmak için mi? İkisini de yapabileceğinizi düşünüyorsanız, bunun için gerekli eğitimleri bir an önce almanızı tavsiye ederim. Zira yaptığınız hareket akılla pek bağdaşmıyor. Bunların yaparken, bir yandan da öfke kontrolünüzü elinize almanızı öneririm.

Taraftar gruplarının varlığının belli bir yere kadar olması gerektiğini düşünenlerdenim. Takımıma olan sevgimi yaşamak için onlara zerre kadar ihtiyaç duymuyorum, ama stadda yaratılan görsel atmosferin de onlar olmadan gerçekleşmesinin de çok zor olduğunun bilincindeyim. Kulüp yönetimleri ile olan karanlık ilişkiler, bedava bilet dağıtımı gibi olayların onlardan bahsederken akla gelen ilk şeyler olması benim hayalgücümle uydurduğum şeyler değil. Belki ilk başta her şey saf bir takım sevgisiyle başlıyor, ama artan sayı ile bir sürü farklı adam işin içine giriyor ve beklentiler ne yazık ki değişiyor. Şimdi sadece kulüp yöneticilerinin değil, devlet adamlarının da sesi olan grupların ortaya çıkması daha da utanmamı sağlıyor.

Oyuncuların tahrik etmesine gelirsek... O sahada o adrenalinde mücadele halindeyken, 90 dakika boyunca içinde tuttuğu bazı şeyleri sahadan çıkarken hareketlerine yansıtması bazılarına neden garip geliyor? Bu işi yapmak için hayatınızdan neleri feda etmezsiniz? Aidiyet duyduğunuz takımın formasını giyerken ezeli rakibinizi yenseniz, siz nasıl bir reaksiyon gösterirsiniz? Yoksa ödüllü bir turnuvada galibiyet golünü attığınızda en "cool" halinizle bir selam mı çakıyorsunuz?

Sahada güzel bir oyun vardı. İlk yarıda Beşiktaş'ın hırslı oyunuyla Galatasaray'ı sindirmesi, ikinci yarı ise Türkiye'nin en sevilmeyen, ama en iyi teknik direktörünün oyuna güzel bir dokunuşunu izledik. Tam teşekkür edecektik ki, bu hakkımızı elimizden aldılar. Bu işin içinde başka bir iş olduğunu düşünebilirsiniz, ki ben de öyle olduğunu düşünüyorum. Peki bunun önlemini almayanların hiç mi suçu yok? Artık tek bir rakibiniz yok. İnsanların bütün dünyevi keyiflerini bir şekilde kısıtlama hakkını elinde gören bir yönetimle karşı karşıyasınız. Bu sezon yan koltuğunuzda omuz omuza tezahürat yaptığınız adama bile güvenemeyeceksiniz. Kendinize ve etrafınıza mukayyet olun. Maalesef durum bu.

20 Eylül 2013 Cuma

DEĞERLİ YALNIZLIK

Neden olduğunu bilmiyorum, ama bu sezon içimde geçen sezonki hırs yoktu. Fatih Terim'in gelişinden sonra yeniden başlayan kazanma alışkanlığımız belki bizi biraz rehavete itti; ama yetkili merciler gerekli ayarlamaları yaparak, saha dışında da mücadele etmemiz gereken etkenleri yeniden ortaya çıkardılar. Geçen iki sezonda direkt olarak kötü niyetle yapılan hamlelerle bir yere varılamadığı görüldü. Bu sezon Fatih Terim'e milli takım teknik direktörlüğü teklif edilerek, özünde iyi niyetli görülen, ama Galatasaray'ı sevenlerin her şeyin farkında olduğu pis oyun ortaya konuldu. Yaptığı her işte kötü bir niyet aranması doğal olan Yıldırım Demirören, beceriksizliğinin faturasını kendisine kesmekten aciz olduğu için, işin kolayına kaçmayı ve Fatih Terim'in hassas noktalarına basmayı şeytani aklına daha uygun gördü. Komplekslerinden arınamayıp bir türlü Fatih Terim ile yıldızlarını barıştıramayan Galatasaray Yönetimi ise, hocanın yaptığı hamle sonrasında sudan çıkmış balığa döndüler. Şu anda yaptıkları her hamle, zamanında yapmaları gereken hamlelerdi. Henüz iş işten geçmedi, ama Ünal Aysal'dan beklenen, egosunu bir kenara bırakıp, Galatasaray'ın iyiliğini düşünmek ve taraftarın kendisinden beklediklerini yerine getirmektir. Bu da milyonlarca euro'ya yeni bir oyuncu almak değil, etkili ve kesin cümlelerle Fatih Terim'in gönlünü almaktır.

Her ne kadar geçen sezonki çeyrek final heyecanı olmasa da, Real Madrid maçına güzel şeyler görmek için gittim. İlk 30 dakikada gördüm de! Kişisel hataların büyük bedelleri oldu. Bu bedeli hepimiz ödedik. Ama beni asıl üzen, 60'ıncı dakikada tribünlerin stadı terk edişiydi. Verdikleri binlerce lirayla sahadakilere ağızlarına geleni söyleme hakkını gören şımarık zenginlerin -ki böyle bir hakları olmadığını yüzlerine vurmak gerekiyor- bu hareketleri emin olsunlar ki oyuncuları daha çok yaralamıştır. O stada istediğinizi görmek, göremeyince de arkanıza bakmadan gitmek için geliyorsanız, hiç o kadar yolu zahmet etmeyin, cebinizdeki paradan da olmayın.

Hayatta her şeyi kazanmak üzerine yaşıyorsanız, yaşayacağınız hayal kırıklığını tahmin bile edemezsiniz. Varoluşunun sebebi olarak sizi görmesini istediğiniz bir kulübün size hiçbir faydası olmayacaktır. İhtiyacı olduğununda onun yanında olmak size yetmiyorsa, kendinize başka hobiler bulun!

21 Mayıs 2013 Salı

ÇÖPÜ ATMADAN OLMAZ

Bugün bir yazı dolaşmaya başladı: "Biz Kazanacağız!". Futbol dünyasının içindeki bütün pisliklere atıfta bulunan ve doğru yola birlikte yönelmemizi isteyen bir yazı. Güzel bir girişim, ama eksiklikleri var. Geriye dönüp düşündürdükleri var. 3 Temmuz 2011 bir milattır. Çoğumuzun tahmin ettiği kapalı kapılar ardında olup bitenlerin biraz da olsa ortalığa döken bir baskın, Türk futbolunun içindeki pisliklerinden arınması için bir fırsattı. Mahkeme bitti. Cezalar açıklandı. Enteresandır, kimsenin yüzü kızarmadı. Yavuz hırsız, ev sahibini bastırdı.

Türk basını önemli bir sınav verdi ve sınıfta kaldı. Zaten senelerdir yozlaştırdıkları ortamlarında saflar iyice belli oldu. Herkes tuttuğu tarafın borazanını öttürmek için yırtındı durdu. Öncelik her zaman patronlarının isteğiydi. Bir de hiçbir şey olmamış gibi susanlar oldu. Onlar eskiden beri romantikti zaten. Bizim bir türlü göremediğimiz, kendilerine ait saf ve temiz bir dünyaları vardı. Orada her şey neşe doluydu, zaten bize ihtiyaçları da yoktu.

Televizyonda hepimizin nefret ettiği, ama izlemekten kendimizi alamadığımız Telegol ve Beyaz Futbol her hafta futbolumuzun güzelliklerinden örnekler sundu! Güzelliklere güzellik kattı! Siz böyle haksız rekabetin olduğu bir ligi büyük bir değermiş gibi izlerseniz, bu arkadaşlar da her hafta ahkâmın kralını keserler. Saçmalıklarıyla ceplerini doldurmaya devam ederler. "Peki sen neden izliyorsun?" diyebilirsiniz tabii. İşte burası da benim tıkandığım yer. Hayatımda en çok sevdiğim şeyin, takımımın bu pis ortamın içinde olması benim suçum değil, aslında onların da değil. Ali Sami Yen de bilemezdi 108 yıl sonunda ülkenin en âdi adamlarının onun kurduğu takıma karşı mücadele edeceğini. Bu sizin hangi ülkede doğacağınıza karar verememenizle aynı. Maalesef bu ligdeyiz. O zaman ortamı düzelteceğiz.

Asıl yapılması gereken, bu pislikleri yaratanları afişe etmek, bu dünyada barındırmamaktır. Ancak adalet olursa, hak yiyenler defolup giderse, bu işten yok yere nemalanlar ortadan kaldırılırsa, biz kazanacağız!

4 Mayıs 2013 Cumartesi

LANET OLASI BİR SEVGİ

66. dakikada Oscar Cardozo topu filelere gönderdiğinde, milyonlarca Türk vatandaşı gibi ben de ayağa fırladım. Ama sevincimi yeteri kadar yaşayamamamın tek bir sebebi vardı: Gökhan Gönül. Başına yediği tekme yürekleri ağızlara getirdi. Bir an için insanlığımı hatırlattı. Maç bitince ise, çok sevinemesem de, Benfica'nın turu geçmesi ile gelen bir rahatlama oldu.

Fenerbahçe'nin Avrupa'da aldığı her başarılı skorda sıkıntı yaşadığımı itiraf etmeliyim. Maçlardan sonraki haftalar boyunca bir sonraki maçta ne olacağı düşündüğüm için olaylara konsantre olmakta zorlandım. Bu duruma yakınlarımın da şaşırdığını söyleyebilirim. Ancak ben şaşılacak bir şey göremiyorum! Her futbol muhabbetinin baş köşesinde yer etmiş olan "endüstriyel futbol"un getirdiği sonuçlardan biri bu. Rakibiniz her yerde yine rakibiniz. İster bu topraklarda, ister yurtdışında. Kazandığı her maç onun kasasına giren para, sıralamada üst sıralara yükselmek demek. Mücadele artık her yerde devam ediyor. Artık 1980'li yıllarda değiliz. Alınan galibiyetler kendimizi dünyaya ispat etmek için değil, ezeli rakibinizi psikolojik olarak ezmek için bir fırsat. "Ama Türkiye, her konuda olduğu gibi, bu konuda da dünyanın kalanından ayrışıyor" derseniz, sizi söylediklerinizi ispata davet etmek zorunda kalabilirim. Bunu bir "vatan hainliği" olarak göstermeye çalışmak ise, sadece başkalarına yaranmak için yapılan popülist bir harekettir.

Aziz Yıldırım'ın Fenerbahçe Başkanı olması, Türk futbolunun milâtlarından biridir. Başkan olduğu 1998 yılından itibaren, Galatasaray'ın sekizinci Türkiye şampiyonluğunu yaşayacak olması Galatasaray taraftarı için mutluluk verici olsa da, Galatasaraylılar arasında Aziz Yıldırım'ın varlığından, bu açıdan da olsa, keyif alanların sayısının fazla olduğunu zannetmiyorum. Ülke futbolunu yönetenlerin ne iş yaptıklarının farkında olmaması, tehditlere boyun eğmeği bırakın, asıl tehdidin kendileri olması; işin keyif kaçıran noktaları.

Rakibiniz artık sadece rakibiniz değil, neredeyse düşmanınız. Onların mutluluğu, sizin mutsuzluğunuz! Tepeden bir demir yumruk inip, "Adam gibi oynayın, yoksa topunuzu alırım!" demediği müddetçe, ya da bizi kendimize getirmek için, İngiltere olduğu gibi, bazı radikal kararlar alınmazsa, bu iş maalesef böyle sürüp gidecek gibi.

18 Nisan 2013 Perşembe

YÜRÜYORUZ BİZ BU YOLDA

Ziraat Türkiye Kupası için Ziraat Bankası'nın hazırladığı reklam filmi gerçekten başarılı olmuş. Geçmişe güzel bir selam çakıyor. Gelecek için bize mesaj veriyor. Peki bu bizim ruh halimizi ne kadar düzeltebilir? Söyleyeyim. Sadece 1 dakika 27 saniye. Hadi üzerine bir de geçmişi düşünmekle geçirebileceğiniz 33 saniyeyi ekleyelim. Tam tamına 2 dakika. Artık o naif günler çok geride kaldı. Her hafta saha içinde mücadele ettiğimiz 11 rakip oyuncu, 4 hakem; saha dışında mücadele ettiğimiz, paralı askerlerden oluşan, sayısını tam olarak tahmin edemediğimiz medya maymunları var.

Daha çok bağıranın daha çok şey kazandığı bir ortamdayız. Suçu sabit olmasına rağmen, mağdur rolü oynayanlar, kendi kulübünü batırdıktan sonra Türk futbolunu yönetmekte hiçbir beis görmeyenler ve sırf para için bu duruma göz yumanlar, vs. Bütün bu pisliğin içinde olmak gerekli mi? Eğer bu ülkede yaşıyorsanız, maalesef gerekli.

Geçen sezonu tam bir gurur meselesi haline getirmiştim. Yaratılan play-off saçmalığı, artık içi boşalan "marka değeri" safsataları ile mücadelemiz çok farklı bir hal almıştı ve kazanılan şampiyonluğun değeri büyüktü. Bu sezon da aynı yolda ilerliyoruz. Yapılan önemli transferler bile yönetim ile teknik heyet arasında anlaşmazlık çıkma sebebi olsun diye dua eden, böyle bir ortam yaratmak için elinden geleni yapan bir güruh var. Fatih Terim'den nefret eden, onun kimler tarafından nasıl bu hale getirildiğini sorgulamayan, hayatlarında onun yaptıklarının binde birini gerçekleştirememesine rağmen, her başarısında bir tesadüf arayan bir güruh var. Ama anlayamadıkları tek şey; bütün bu uğraşıları Galatasaray'ı daha hırslı, daha kuvvetli bir hale getiriyor. Taraftarı daha inançlı yapıyor. 

8'inci sezonunda 6'ıncı şampiyonluğuna giden bir teknik direktörün rakibimde olmasını ben de istemem. Kimse onun kişisel huysuzluklarından ve bazı dostlarından (!) bahsetmesin! Sanki o insanlarla dostluk kurmak ölüm sebebiymiş gibi. Bu dünya meleklerden oluşmuyor. Kimse sizden de melek olmanızı beklemiyor. İmkânınız olsa, bizi yok etmek için elinizden geleni yapacağınızı biliyoruz ve başımıza vurup ekmeğimizi almanızı engelliyoruz. Bu oyunun bu şekilde oynanmasını siz istediniz. Hepsi bu!
 

3 Mart 2013 Pazar

BİR "TIK" ÖTEDE

Dün akşam Eskişehir Atatürk Stadı'nda çok iyi bir takım vardı. İyi paslaşan, yardımlaşan, rakibine çok alan bırakmayan bir takım. Ersun Yanal bu ülkede yetişen kalburüstü teknik direktörlerden biri. Ama her zamanki gibi, ülkenin kısırdöngü sohbetlerine saçma sapan sebeplerle meze oluyor. Vardır böyle basma kalıp düşünceleri futbol âlimlerimizin. Fatih Terim soyunma odasında "gaza getirerek" maç kazanır, Ersun Yanal da bilgisayar oynarak! Böyle düşünen adamlar kendilerine ait bir dünya yarattıkları ve kendilerini tatminden başka hiçbir şey düşünmedikleri için de boğazlarına kadar pislik içindedirler, ama hepsinin en çok kullandığı kelime "adamlık"tır!

Eskişehir; ülkenin en güzel şehirlerinden biri. Burada yaşamak, insanlara farklı bir enerji katıyordur muhakkak. Eskişehirspor ise, uzun yıllar Süper Lig'in dışında kalmasına rağmen, ülke tarihinin önemli değerlerinden biri. Zaten geri dönmesinden itibaren üzerine koyarak yoluna devam etmesi geçmişten gelen kazanma alışkanlığının bir tezahürü. "Şehir Takımı" ruhunu yaşatan 3-5 takımımızdan bir tanesi. Taraftarı da, oyuncusu da bunun farkında. Oynatmayarak değil, oynayarak kazanmanın derdindeler. "Oyuncular Eskişehir doğumlu olsun" gibi bir takıntıları da yok! İyi bir teknik direktöre ortalama üstü oyuncuları teslim ettiklerinde ne alabileceklerini biliyorlar.

Bu sene her ne kadar ligde alışık olmadğımız bir puan durumu olsa da, Eskişehirspor'un genel olarak 5-8 arasında olması beklenir. Bu beklentiyi sağlamak önemli olmakla beraber, ilk 4'e girmek için sağlam temeller atmalarına yol açıyor.

Ersun Yanal bu takıma uyuyor. 3,5 senelik sözleşmelerinin sonuna kadar gelmemeleri, hattâ bu birlikteliği uzatmamak için bir sebepleri yok gibi görünüyor. Ersun Yanal kendisine yeni bir heyecan aramadığı müddetçe, burada uzun vadeli planlar kurabilir ve başarılı bir gelecek inşa edebilir. Geçmişin ruhunu ayakta tutmak ve yeni bir "Bursaspor mucizesi" yaratmak kendi ellerinde.