28 Şubat 2011 Pazartesi

STRES YÖNETİMİ

Çok çekingenler. Korkuyorlar. Tedirginler. Yoksa aslında o kadar yetenekli değiller mi? 2010-2011 sezonu Galatasaray'ın deplasmanda, Trabzonspor'un ise evinde büyük sıkıntılar yaşadığı bir sezon olarak hatırlanacak. Aslında daha önce de böyle sezonları daha önce de yaşamışlardır elbet. Ama şu anda değerleri milyon Euro'larla veya TL'lerle ölçülen oyuncular-ki hiçbir zaman o kadar etmediklerini savunurum-bu durumlara düşünce, insanlar şaşırıyor, kızıyor. Umut Bulut 2 metreden boş kaleye atamıyor. Mustafa Sarp topu 2 metre ileri süremiyor. Belki ikisininde yapmakta zorlanacakları hareketler bunlar! O zaman yanlış takımlarda oynuyorlar.

Trabzonspor tarafına bakarsak, medyanın sürekli olarak pompaladığı taraftar baskısı kendini göstermeye başladı. Bunca yıldır (özellikle 1996'da) şampiyon olamamalarının sebeplerini düşünüp, ona göre hareket etmeleri gerekiyor. Aynı hatayı bir kez daha yapmak onlara sadece zaman kaybettiriyor. Oyuncu bazında baktığımızda ise, çok şaşırtıcı şeyler görüyorum. Yıllardır patlaması beklenen, taraftarın sevgilisi İbrahima Yattara'nın bencilliği takıma zarar veriyor. Maçın en kritik anında boş durumdaki arkadaşına pas vermemesi, insanı çileden çıkartıyor. Yeni bir "Arveladze Kardeşler" bulma sevdası, onları "Brozek Kardeşler"e yöneltti. Ne kadar hazırlardı? Şu ana kadar takıma ne kattılar veya ne götürdüler? Hepsi tartışılır. Ama eksisinin artısından fazla olduğu görülüyor. Sadri Şener'in zaman zaman yaptığı komik açıklamalar ise kendisine yakışmıyor. Daha sakin olmalı ve Şenol Güneş'in arkasında itici güç olmayı sürdürmeli. 

Galatasaray'da ise sadece Türk Telekom Arena'nın taraftara getirdiği bir heyecan vardı. 15 Ocak 2011'de Adnan Polat ve siyaset dünyası davranışlarıyla, daha sonraki haftalarda da futbolcular oynadıkları oyunla hepsini alıp götürdüler. Trabzonspor seyircisinin takımına yaptığını Gheorghe Hagi de Galatasaray'a yapıyor. Severken öldürmek diye buna deniyor. Yapmak istediği çok şey olabilir. Ama gözüken o ki, saha kenarındaki Gheorghe Hagi, saha içine 10 yıl önceki gibi hükmedemiyor. O zamanlar beyninin ona söylediklerini ayakları yapabiliyordu. Ama şu anda o beyindekileri sahaya aktaracak ayaklar yok. Olmaya en yakın olanı da enteresan sebeplerden dolayı gönderiyor.

Bu sene Trabzonspor şampiyon olabilir. Ama oyuncularını tek tek gözden geçirmesi lazım. Yedek kulübesi kuvvetli olan bir kadro her zaman takım içi mücadeleyi ön plana çıkartır. Alternatifinin olmadığını düşünen oyuncunun performansının düşmesi normaldir. Galatasaray ise utanç dolu bir sezonu geride bırakıyor. Her şeyi sil baştan yapmak en akıllısı gibi. Başkanından malzemecisine kadar!   

25 Şubat 2011 Cuma

GALATA-PİLSEN

Bu sene futbolda Galatasaray nasıl eski günlerini arayıp vasat bir görüntü sergiliyorsa, basketbolda da Efes Pilsen çok benzer bir durumda. Aslında tarihlerine baktığımızda da gittikleri yollar da birbirini andırıyor. Galatasaray'ın 1989'da Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası'ndaki yarı finali, 1993'te Şampiyonlar Ligi'ne (8 takımlı) kalışı ve 2000'de UEFA Kupası şampiyonluğu ve sonraki 2 yıl Şampiyonlar Ligi'nde biri çeyrek final olmak üzere iyi işler yapması var. Efes Pilsen'de ise 1993'te Avrupa Kulüpler Kupası finali, 1996'da Koraç Kupası Şampiyonluğu, 2000 ve 2001'de "Final Four" oynayarak Avrupa üçüncülükleri var.

Şu anda ise iki takım da bir kimlik bunalımı içerisinde. Yıllarca yabancı oyuncu sınırından gem vurmamıza rağmen, şu anda çok sayıda yabancı oyuncu oynatmanın sıkıntısını çekiyoruz belki de. Eskiden iyi takım oyuncuları olan Türkler'in yanına çok kaliteli yabancı oyuncular getirerek takımı iyi yerlere getirirken; şimdi çok sayıda yabancı oyuncunun yanına iyi Türk oyuncular koyamıyorlar. Farkı yaratması gereken Türk oyuncular gerek teknik gerekse mücadele anlamında beklentilerin çok altındalar. Altyapıdan beklenen seviyede oyuncuların çıkmaması da büyük bir sorun.

İki takımın da çok önemli idarecilere sahiptiler. Galatasaray yönetiminde Faruk Süren'in takımın yönetilmesine çok karışmaması, aldığı başarılı kararlar ve aldığı kararların arkasında sonuna kadar durması; Efes Pilsen'de ise Tuncay Özilhan'ın Pano Natof'la ve sonrasında Doğan Hakyemez'le bir sistem yaratması, başarının temel taşlarını oluşturuyordu.

Antrenörlere gelirsek... Galatasaray'da Fatih Terim, Efes Pilsen'de ise Aydın Örs, liderliğin nasıl yapılması gerektiği, taktik anlamda nasıl fark yaratılacağı konusunda ders verdiler ve Türk sporunun zirvesine yerleştiler. Kendilerini Avrupa'ya kanıtladılar. Başkanların da onlara olan güveni, yaptıkları işi daha rahat yapmalarına ve sağlıklı kararlar almalarına yol açtı. 

Saha içi liderler bu sistemde en önemli parçaları oluşturuyordu. Gheorghe Hagi, dünya futbolunun gelmiş geçmiş en büyük futbolculardan biri olmasına rağmen, düşüşte olan kariyerini Türkiye'de tersine çevirdi ve tekrar zirveye çıktı. Saha içinde kendisine tanınan özgürlüğü tamamen takımın iyiliğine kullandı. Takımını Avrupa'nın zirvesine çıkartırken yanındaki oyuncuları da büyüttü. Petar Naumoski ise Yugoslavya'nın dev takımı Jugoplastika Split'in neredeyse 12. oyuncusu olmasına rağmen 1992'de geldiği Efes Pilsen'i Avrupa'nın devi yapmakla kalmadı, Türkiye'de basketbolun seyrini değiştiren adam oldu.

Galatasaray taraftarı bugün hala Fatih Terim'in 11 yıl önce yaptırdığı hücum presi, baskılı orta sahayı ve bitmek bilmeyen hücum aşkını arıyor. Efes Pilsenliler ise Aydın Örs'ün yaptırdığı baskılı alan savunmasını ve Petar Naumoski'nin alnını formasının kenarıyla sildikten sonra yaptırdığı sistemli hücumları. Belki hiçbir zaman bunlar yeniden olmayacak; ama bu takımlar gelecekte tekrar iyi yerlere gelmek istiyorlarsa, geçmişteki büyük başarılarını nasıl gerçekleştirdiklerine bir kez daha bakmalarında yarar var.

24 Şubat 2011 Perşembe

KOLTUK DELİSİ

Dünyada dengeler değişiyor. Ortadoğu'daki diktatörler bir bir yıkılıyor. Zamana ayak uyduramayan insanlar, günü gelince, bulundukları mevkileri terk etmek zorunda kalıyor. Kendi istekleriyle olması insanın doğasına pek uymadığı için, çoğu zaman zorla oluyor bu olay. Hep diyoruz ya, futbol da fena halde hayata benziyor. Kulüp başkanları kendilerini Türk futbolunun vazgeçilemez unsurlarından biri olarak gördükleri için, onlar da koltuğa oturduklarında "Ben neymişim?" deyiveriyorlar. Hakeme, federasyona, ona, buna, her şeye laf yetiştirmekle geçirdikleri zamanı biraz da yeni fikirler geliştirmeye harcasalar, her şey çok daha güzel olacak. Ama olmuyor. Dayanamıyorlar. Elde ettikleri gücün sarhoşluğu bir türlü geçmiyor. İnsan her an sarhoş dolaşınca da yaptıklarından ve yapamadıklarından pek haberi de olmuyor. Halbuki kafayı bir kaldırsalar, dünyada neler olduğunu görecekler. Bu kadar takımın finansal anlamda kendilerini nasıl revize ettiklerini, başarılı oyuncuları nasıl bulduklarını, ortalama düzeydeki oyuncularından da nasıl maksimum oranda verim aldıklarını keşfedecekler. Ama gerek yok ki.

Türkiye'de klişe bir laf vardır: "Halk bunu istiyor". Hayır, istemiyor. Bugünün dünyasında spor, özellikle de futbol, bir ülkenin kendini dünyaya kanıtlamak için kullandığı en önemli araçtır. Artık kimse birbirine gücünü kanıtlamak için füzeler yollamıyor. Beyniyle, atletik yetenekleriyle rakibini alt eden sporcularıyla gurur duymak istiyor. İşte, bu sporcuları ortaya çıkartmak sizin göreviniz. Birbirinizle saçma sapan muhabbetlere gireceğinize, işinizin ciddiyetinin farkına varmanızı öneririm.  

Siz hala Karpaty Lviv'in ve Dynamo Kyiv'in ve zamanında Metalist Kharkiv'in takımlarınızı sirkülase etmesine "şanssızlık" diyebiliyorsanız, en sonunda Ukrayna'ya bir gareziniz olduğunu düşüneceğim.

21 Şubat 2011 Pazartesi

DAHA OLMAMIŞ

Haftanın en önemli maçı dün akşamki derbiydi, ama haftanın en enteresan olayı Eskişehir'de meydana geldi. Eskişehirspor-Sivasspor maçının son dakikasında kazanılan serbest vuruşta topun başına geçen Pele'ye karşı atışı kullanmak isteyen Sezer Öztürk'ün davranışları ve sarf ettiği sözler inanılır gibi değildi. Hele bir de Pele gol atıp, bütün takım sevinirken, Sezer Öztürk'ün bu duruma kayıtsız kalması ve mutsuz ifadesiyle "özlü" sözlerine devam etmesi büyük bir ayıptı. Takım arkadaşının 90+3'te galibiyet golünü atmasına sevinmeyen bir oyuncunun adı ne olursa olsun, ki Lionel Messi olmadığına eminiz, o takımda yeri yok. . 

Türk futbolcusunun kişisel gelişim eksikliğinden bahsediyoruz her zaman. Bir şekilde karşımıza çıkmaya devam ediyor. Burada karşımıza çıkan durum, bir gurbetçinin tipik ruh hali olabilir. Bunu yetkili kişilerin algılaması ve üzerine eğilmesi gerekir. Artık psikolojik olarak ne yapılması gerekiyorsa, yapılmalı. Bunun pozisyondan doğan basit bir problem olduğunu düşünmeleri Eskişehirspor'a çok şey kaybettirir. Şu anda kazandıklarını zannetseler de. Nacizane, benim aklıma en kısa tedavi yöntemi olarak şu söz geliyor : "Kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma". Sezer Öztürk bunu ne kadar anlar ve uygular, bilemiyorum.

Amacımız bu çocuğu kaybetmemekse, vakit kaybetmeden bu olayın sebebini sorgulamalı ve hataları düzeltmeliyiz. Bu sadece Eskişehirspor yönetiminin değil, Türk sporunun sorunudur. 25 yaşındaki bir gence öğretilecek daha çok şey var. Hayat bunu bize her zaman gösterir.  

19 Şubat 2011 Cumartesi

DİNLE, SANA SÖYLÜYORUM!

Vicente Del Bosque : Yeniköy Kasabı
Mircea Lucescu : Kapıcı
Luis Aragones : Dede
Şenol Güneş : Karizmasız
...

Daha böyle uzar gider. Çok önemli bir özelliğimizdir insanları yaftalamak. Her şeyi biz biliriz. Bugün "ak" dediğimize, yarın "kara" diyebiliriz. Çıkarımız olduğu müddetçe en yakın arkadaşın oluruz. Ama ters bir hareketinde seni yerin dibine sokabiliriz. Bizle iyi geçinmen senin iyiliğinedir. Eninde sonunda aynı yerde çalışabiliriz. Sana taktik veririz. Uygularsan ve başarılı olursan, ne ala; ama uygulamayıp bir de başarısız olursan, tenkiti hak etmişsindir. Bunca yıl bu işin okulunu, kitabını okumuş olabilirsin. Bize de yıllardır senin gibileri eleştirmemiz için para veriyorlar. Herhalde biz de bir şeyler kapmışızdır. Ayrıca bu ülkede nefes alan her insan teknik direktör olma hakkına sahiptir. Yoksa bunu sorguluyor musun? 

Dünya senin başarılarını takdir ediyor olabilir. Bizi ikna ettin mi? Karşı tarafı oynatmamanın temel felsefe olduğu bu ligde rüştünü ispat etmelisin. Senin takımın kadar büyük olduğunu düşündüğümüz diğer 2 takımı 4 maçta da yenmeli, kalan 16 takımla oynayacağın 32 maçta onlara göz açtırmamalısın. Tamam, abartmayalım. Birkaç tanesinde zorlanabilirsin, ama herhangi bir puan kaybının senin için mazereti olamaz. 

Avrupa kupalarında yıllardır mart ayını görmüyoruz, ama bize hedeflerini açıkça belirtmelisin. Bunların içinde Avrupa'da final yoksa, senin vizyonundan şüphe ederiz. Şu anda bir dünya kulübünde olduğunu unutuyorsun. Yukarıda yazdığımız isimleri görmedin mi? Onlar bile arkalarına bakmadan gittiler. Sen kim oluyorsun?

Son olarak çok önemli bir şey daha söylemeliyim. Bu ülkede 75 milyon insan var. 37.5 milyon erkek. Genç nüfus çok fazladır. Düşün artık rakamı. Genç, top tekniği çok yüksek (olmazsa olmaz), hızlı ve fizik gücü kuvvetli çocukları bulmak zorundasın. Gençlerin ülke futbolumuza kazandırılması bizim için en önemli kıstastır. Haberin olsun.

İmza : Türk Spor Basını     

18 Şubat 2011 Cuma

EKİP RUHU

Avrupa'da kupa mücadelelerinde tecrübenin çok önemli olduğunu söylerler. Bazen haklı bulsam da, çoğu zaman yetersiz bir argümandır. Yakın tarihte de bunun örnekleri görülmüştür. Aklıma ilk olarak 1999-2001 arasında Leeds United'in yaptıkları gelir. Son derece genç ve dinamik bir kadroyla önce UEFA Kupası'nda, arkasından da Şampiyonlar Ligi'nde yarı final oynamış bir ekip yanlış finansal yaklaşımlar sonucu dağılmıştır. Bugün bütün Galatasaraylılar'ın gözbebeği olan Harry Kewell, vatandaşı Mark Viduka, Lee Bowyer ve adını saymadığım birçok yetenekli oyuncu bir araya gelmiş ve ortak bir hedefe kilitlenmişti.2005'ten beri Arsenal de bu yolda daha akıllı bir stratejiyle yürüyor

Türk takımları son yıllarda enteresan bir yola girdiler. 1996'da Gheorghe Hagi'nin gelmesiyle, ünlü ama son yılları gelmekte olan oyuncuların Katar yerine tercih ettikleri bir yer oldu burası. Verilen büyük paralar tabii ki etkiliydi gelmelerinde. Bizim oyuncularımızın da onlardan bir şeyler kapmasını ve birbirlerini tamamlamalarını bekledik. Geçen 14 senede Galatasaray (2000-2001), Beşiktaş (2003) ve Fenerbahçe (2008)'nin iyi sezonları dışında Avrupa'da başarılı olamadık. Ama Avrupa'da işler böyle yürümüyor. Oynadığınız her başarılı sezon diğer sezonlar için önemli bir veri ve bu veriler hep 5 senelik aralıklarla incelendiği için, bu üç takımımızın geçirdiği başarılı sezonların pek bir anlamı kalmadı.

Bu sene de Şampiyonlar Ligi ve Avrupa Ligi'ne baktığımızda, başarılı olan bazı takımların bu kupalara ilk kez katıldığına tanık oluyoruz. Büyük paralar harcamış da olabilirler; ama en önemlisi, iyi yönetimlere ve sağlam takım ruhuna sahipler. Şampiyonlar Ligi'nde Tottenham belki yüksek finansal imkanlarından dolayı uç bir örnek olabilir; ama Avrupa Ligi'nde Young Boys ya da Bate Borisov gibi takımlara ne diyeceğiz?

Şampiyonluk lafla olmaz. En alttan en üst kademesine kadar sağlam ve dik duran bir yönetimle, birbirini seven ve sayan bir arkadaş grubu olarak oyuncuları ve teknik kadrosuyla, ve son olarak, kendini takımına adamış taraftarıyla olur. Bu üçünden biri doğru işlemezse, işler bir yerde tökezler. Ne kadar para harcadığınız değil, ne kadar akıllı hareket ettiğiniz önemlidir.

16 Şubat 2011 Çarşamba

DÖVÜŞ KULÜBÜ

İbrahim Üzülmez, kısıtlı teknik kapasitesine rağmen, gösterdiği mücadeleyle kendine Beşiktaş'ta önemli bir yer edinmiş ve kaptanlığa kadar yükselmiş, önemli bir oyuncuydu. Birkaç yıldır İbrahim Toraman'la yaşadığı sürtüşmenin sebebini hiçbir zaman öğrenemedik. Ama bir türlü çözülemeyen bu problem en sonunda büyük bir skandala sebep oldu. Ankaragücü maçının devre arasında yaşanan olay İbrahim Üzülmez'in Beşiktaş'taki döneminin, belki de futbol hayatının bitmesi demek. İbrahim Toraman ise, zaten taraftarın gözünde güvenilmeyen bir karaktere sahip. Bu olayla birlikte bir tepki görmesi de muhtemel. Kendisini de zor günler bekliyor.

İkili arasındaki tartışmaların bu hale gelmesinde en büyük suç yönetimde. Bernd Schuster gibi tepkilerini farklı şekillerde gösteren bir kişilikle zamanında bir araya gelip durum değerlendirmesi yapmamaları büyük bir eksiklik. Türk futbolcusunun "ağabeyleri" diye nitelendirilen menajerlerin varlığından memnun değilim. Olmaları gerektiğini de düşünmüyorum. Ama futbol şubesi sorumlusu ne işe yarar? Başkan zaten her an, her olayın içinde. Bu duruma el atmaması mümkün olabilir mi? Profesyonel olacağız derken, içimizdeki amatör duyguları da öldürmeyelim.

Türk futbolcusu farklıdır. Maalesef farklı dokunuşlar bekler. Yabancılar buna şaşırabilir. Bunu profesyonel bir yardımla (mentor) kökten çözmediğiniz müddetçe, onların insani ihtiyaçlarına da karşılık vermek zorundasınız. Bu olay herkese örnek olmalı. Takım olmak sadece sahaya 11 kişinin dizilmesiyle olmuyor. Saha içinde olduğu kadar, saha dışında da birbirini tamamlayan kişilerin bir araya gelmesi gerekiyor.

15 Şubat 2011 Salı

YABANCIYI SINIRLAMA

Türk futbolcusu yurtdışına gitmiyor. Her zaman altyapı eğitimimizin eksikliğinden bahsediyoruz. Oyuncularımızın fiziksel ve mental gelişiminin yetersizliğinden dem vuruyoruz. Artık bu sıkıntının sebeplerinden birinin yabancı sınırlaması olduğunu düşünüyorum. Türkiye'de kısıtlanmış piyasadan dolayı, kulüplerin kendilerine muhtaç olduğunu düşünen oyuncular, iş bilen menajerlerin de etkisiyle, ederinden yüksek paralara transferler gerçekleştiriyorlar. Yurtdışında kazanacağı paranın en az iki mislini kazanıp, bir de üstüne gördükleri itibar eklenince, burada kalmak en mantıklı seçim oluyor. Zaten 6+2+2 gibi saçma bir kural, yeni bir düzenlemeye ihtiyaç duyduğunu bas bas bağırıyor.

Yanlış düşünüyor da olabilirim. Belki de gidemiyorlar. Dışarıdaki yöneticilere göre de yetersiz olabilirler. Eğer gerçek buysa, bu durum da hoş değil. O zaman biz bu oyuncuları izlemek zorunda kalmalı mıyız? Yabancı sınırlaması kaldırılsın. Kim iyi, kim kötü, ortaya çıksın. En azından Türk oyuncular eksiklerini görüp, kendilerini geliştirmek için daha çok uğraşsınlar. "Milli takımın geleceği" yaygarasının da artık içi boş bir söylem olduğunu yıllar geçtikçe görüyoruz. Geleceği yurtdışında yetişen yeteneklerimizde arıyoruz. Ayrıca, bir futbolcu iyiyse, her zaman, her yerde oynar. "Türk olmasam, Avrupa'da her takımda oynardım" diyen bazı oyuncularımızın da bu tezlerini neye dayandırdıklarını sormak lazım.

Çok çalışmak, yetenekli olmak iyi bir transferin ön koşullarıdır. Ama doğru zamanda, doğru yerde olmak ve yapılan teklifleri performansını en iyi hissettiği anda kabul etmesi gerekir. Arda Turan bunun için en iyi örneklerden biridir. Türk futbolunun en tepesinde tutulan oyuncu bile, sakatlıkları ve özel hayatı sebebiyle tartışılmaya başlandı. Kendisinin durumu, Türk futbolcusunun "gel-git"leri hakkında iyi bir fikir veriyor.

Yabancı sınırlamasının dünya genelinde de kaldırılması en köklü çözüm olacak gibi. Çünkü, Avrupa Birliği dışından gelen her oyuncunun sülalesinde Avrupalı birini aramak komik oluyor. Bu bir devrim olacaktır. Ama futbolun keyfinin artacağı ve ücretlerin makul seviyelere (!) ineceği inancındayım.

14 Şubat 2011 Pazartesi

SUSMAYIN!

Az konuşup çok iş yapan insanların önemini biliyoruz. Sürekli dile getiriyoruz. Ama Türkiye'de (büyük) spor kulüplerinin başkanları kendilerine ait bir dünyada yaşıyorlar. Her söylediklerinin doğru olduğunu düşünüp karşı tarafa her şeyi söyleyebileceklerini düşünüyorlar. Sonra onların ağızlarının içine bakan taraftarları cepheye çağırıyorlar. N'oluyoruz? Her gün birisi beyanat veriyor. Biri diğerinin altında kalmak istemiyor. Takımlarının çok kötü olduğunun farkında olmalarına rağmen, dikkatleri başka tarafa çekmek onlar için her zor zamanda uygulanabilecek bir taktik olabilir; ancak futbolu gerçek anlamda seven insanlar artık bu muhabbetlerden sıkıldı.

Futbol dünyası kendi devrimini yapmalı. Güzel oyunu sahaya yansıtabilmek için, bu oyunu çirkinleştiren bütün elementleri dışlamalı. Futbol Federasyonu ilk kez ciddi bir çıkış yapıyor, ama samimiyeti sorgulanıyor. Marka değerinden bahsediyorlar. Diğer büyük liglerle karşılaştırılamayacak küçüklükte rakamlardan bahsediyoruz. Yine de bu işten birçok işi ekmek yiyor. Kulüpler ve federasyon, lige ilgiyi arttıracak konularda beyin fırtınası yapacaklarına, aynı kısır döngüde dolanıyorlar. Taraftarları işin içine daha fazla sokan, aidiyet duygularını sömürmeden gerekli hizmetlerin sağlanacağı bir düzen gelmeli. Bu durum kimin işine gelir, kimin gelmez, bilemiyorum. Ama üzerinde düşünülmesi gereken bir konu olduğunu düşünüyorum. Bu arada, taraftar derken belli taraftar gruplarından kesinlikle bahsetmiyorum. Parasını verip o sahaya gelen herkes, kulübüyle güzel şeyler paylaşmayı hak etmiş demektir. 

Böyle devam ederse, bir gün dönüp baktıklarında bir adım ileriye gidememiş olacağız. Eğer altımızdaki ülkeler kendini geliştirmiş olursa, onların da altına ineceğiz. Atacağınız adımlar, Türk futbolunda her şeye etki edebilir. Sporda şiddetten milli takıma, her şeyi daha iyi durumda görmek istiyoruz. Bunun için inisiyatif almalı, gerekeni yapmalısınız.

9 Şubat 2011 Çarşamba

KÜÇÜK BİR ADIM

Sporun Oscarları sayılan Laureus Ödülleri dağıtıldı. 2010 yılının en iyilerine ödüllerinin verildiği geceye ilgi büyüktü. Yılın en iyi sporcuları, erkeklerde İspanyol tenisçi Rafael Nadal, kadınlarda Amerkalı kayakçı Lindsey Vonn oldu. Buraya kadar her şey normal. Bizim kendi adımıza üzüleceğimiz, "ahlar vahlar" çekeceğimiz bir durum yok. Beni ilgilendiren, diğer ödüller."Yaşam Boyu Başarı", "Sporun Ruhu" ve "Spor İçin İyilik" başlıkları altındaki ödülleri sırasıyla Fransız efsane futbolcu Zinedine Zidane, Avrupa Ryder Cup Takımı ve Beyrut Maratonu'nun düzenleyicisi May El-Khalil kazandı.

Sporun insan hayatındaki önemini kavrayan insanoğlu, daha sağlıklı nesiller yetiştirmek ve ülkelerine katma değer sağlamak için kafa yoruyor. Karşılığında bir dolu umut yaratıyor. Birileri de bu çabayı ödüllendiriyor. Kilit kelime bu : çaba. Hep aynı sorunların etrafında gezinmekten, asıl faydalı olana bir türlü el atamıyoruz. Bu yüzden art arda 3 kez aday olduğumuz yaz olimpiyatlarına rezil olmamak için senelerdir artık aday bile olmuyoruz. Erzurum'da gerçekleşen Universiad belki kış olimpiyatları için bir ümit ışığı olabilir diye umuyoruz.

Organizasyonun en güzel kısmı ise gündüz yapılan, efsanelerin gösteri maçıydı. Steve McManaman, Lucas Radebe, Christian Karembeu, Marcel Desailly gibi yıldızlar hala büyük bir heyecanla, çocukların geleceği için bir araya gelip, bu güzel oyunu sevenleri için sergiliyorlar. Ben beklerdim ki, Türkiye'den de ünlü bir oyuncu, mesela Hakan Şükür, bu organizasyonun bir parçası olsun. Ama bizim sporcularımız (futbolcularımız) kariyerlerini bitirir bitirmez bir spor (futbol) programında bıktıran geyikler yapmayı ya da politikada kişisel fayda için bir yerlere gelmeyi daha önemli buluyorlar. Bu durum böyle devam ettikçe olanın üstüne bir şeyler koyamamaya, varlığından sadece kendimizin haberdar olduğu küçücük dünyamızda birbirimizi yemeye devam ederiz. Sportif başarıdan daha önemli olan, insani başarılardır. Bu da, kafamızı kaldırıp etrafımızda ne olup bittiğinden haberdar olmakla ve ihtiyacı olan insanlara dokunabilmekle olur.

7 Şubat 2011 Pazartesi

ENTERESAN BİR ADAM

Fenerbahçe Spor Kulübü amatör branşlarda tarihinin en başarılı dönemlerini yaşıyor. İşi ehillerine teslim eden Aziz Yıldırım, bunun karşılığını Avrupa'da elde edilen galibiyetlerle alıyor. Kadın voleybol ve basketbol takımları ile erkek basketbol takımının mükemmel kadrolarını (Taurasi olayına rağmen) iyi hocalarla birleştirip, bir de bunun üstüne başarılı yöneticiler ekleyince, hedefe adım adım yaklaşıyorlar. Bunların hepsi güzel. Ama Aziz Yıldırım dayanamıyor. Özellikle futbol takımıyla ilgili yaptığı hamlelerle kendisi hakkında düşünülen fikirlerin haksız olmadığını gösteriyor. Hakemlerle ilgili söyledikleri, oda basmaları, kendisine sorulan en basit soruları bile tersleyerek cevaplaması,... Bütün bunlar üst düzey bir yöneticinin yapmaması gereken hareketler. Takımını çok seviyor olabilir, ama o kulüp her şekilde büyük.

Aykut Kocaman'ı geçen sene sportif direktör yaptığında, diğer branşlarda gerçekleştirilen devrimin futbolda da olabileceğine inananlar, sene sonunda hayal kırıklığına uğradılar. Bu, Aykut Kocaman'ı teknik direktörlüğe hazırlamak için hazırlanan bir zeminse, bunu Christoph Daum'a da açıklamak gerekirdi. O zaman, sene başında yaşanan skandal da (Christoph Daum'un antremana çıkması) gerçekleşmezdi. Önce Şampiyonlar Ligi, sonra Avrupa Ligi ön elemelerinde yaşanan başarısızlıklara kılıf aramakla geçen vakitlerini yeni bir vizyon yaratmaya harcasalardı, ilerisi için daha ümitli konuşabilirdim. Ama bu sene Fenerbahçe'nin Süper Lig'i kazanması gerçeklerin üzerini örtmekten başka bir işe yaramayacak.

Büyüklük bazen hiçbir şey söylemeden sadece işini yapmaktır. Sizi takdir edecek insanlar elbet bulunur. Daha çok bağıranın daha çok kazandığını zannedenler, varlığını sadece kendilerinin bildiği dünyalarında debelenip dururlar.

3 Şubat 2011 Perşembe

NOKTA ATIŞI

Transferi yöneticiler mi yapmalı, yoksa teknik direktör mü? Takımın içinde olmak eksikleri görebilmek için yeterli mi, yoksa dışarıdan bir göz gerekir mi? Bugün dünyanın en iyi takımlarından Real Madrid, tek bir forvete bağlı oynamanın sıkıntısını Gonzalo Higuain'in sakantlanmasıyla bir kez daha gördü. İstediğiniz kadar paranız olsun, planlı bir şekilde çalışmazsanız, beklemediğiniz anda büyük sıkıntılarla karşılaşabilirsiniz. Emmanuel Adebayor'un takımında oynayamaması onlar için büyük şans oldu. Aksi takdirde, kalitelerine uygun bir golcüyü bulmaları çok zordu. Üç kulvarda devam ettikleri mücadelelerine hedeflerine ulaşamadan veda edebilirlerdi. Hala edebilirler, ama en azından şimdilik yeni bir silahları var.

Ben birlikte hareket edilmesini düşünenlerdenim. Zaten elinizde Jose Mourinho yoksa, duruma el atmak durumundasınız. Türkiye'de ona da karışılırdı ya, neyse! Yönetimlerin sezon öncesi (artık bir önceki sezonun ortasında) yapacakları çalışmalarda takımlarının öncelikli ihtiyaçlarını belirlemesi ve bunu teknik adamla paylaşıp görüş alışverişinde bulunmaları gerekiyor. Türkiye'de bir teknik direktörün yarınının ne olacağını bilemediğimizi düşününce, söylediklerimiz havada kalıyor. Ama bu durum bizi doğru yoldan ayırmamalı. Gerçekçi hedefler belirlerseniz, ki Şampiyonlar Ligi veya Avrupa Ligi'nde son 16 şu anda en gerçekçisi gibi, buna ulaşmak için göstermeniz gereken eforu da bilirsiniz. Yanlış transferlerle ne bütçenizi ne de takımınızın kimyasını bozmazsınız. 

Sportif direktör dediğiniz kişiden tam olarak ne beklediğinizi kendisiyle paylaşmazsanız, sizi "yönlendirdiği" yerden memnun kalmamanız onun suçu olmaz. Bir takımın her zaman eksikleri olur. Ama yaratılan düzenin parçaları, bütünlüğü bozmamak için gerekli çabayı sarf etmeli ve eksikleri dışarıya yansıtmamak için var güçleriyle çalışmalı. Yoksa, Türkiye'de sorunlar bitmez. Önemli olan, bilinçli bir grubun maksimum faydaya ulaşmak için izlenmesi gereken stratejinin farkında olmasıdır.

1 Şubat 2011 Salı

PARA KONUŞUR

Ara transfer dönemi Avrupa'da büyük bir hareketlilikle geçti. Başarılı olma potansiyelleriyle küçük takımlardan büyük takımlara geçen oyuncular bir tarafta; zamanında büyük bedeller ödenerek alınmasına rağmen, ihtiyaçlara cevap veremediği ya da misyonunu tamamladığı için daha küçük takımlara geçen oyuncular diğer tarafta. En tepede ise, zaten piyasaları olup, şu anda para basan kulüplere geçen oyuncular var. Son olarak Fernando Torres, Chelsea'ye geçerek bütün dünyanın gözünü tekrar Premier Lig'e çevirdi. Bir de üstüne haftasonu oynanacak olan Chelsea-Liverpool maçı heyecanı ikiye katladı. Sporda pazarlamanın önemini görebilmek için güzel bir fırsat. Premier Lig bu konuda "en iyi" olduğunu bir kez daha kanıtladı. Aslında her şey Barcelona'yı yenebilmek için, biliyorum! Ama La Liga daha birkaç sene daha Barcelona ve Real Madrid'in mücadelesine sahne olacak gibi. Ligi cazip kılan şey daha çok takımın mücadelenin içine girmesi. İngiltere'de en azından para yoluyla 1-2 takım daha yaratıldı. Taraftar zaten olaya ayrı bir hava katıyor. 

Fernando Torres transferi bir kez daha gösterdi ki, artık günümüz futbol dünyasında "forma aşkı" denen kavram devre dışı. Kulübüyle özdeşleşen oyuncusu sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. Belki o oyuncular da büyük takımlarda oynadıkları için başka takımlara gitme gereğini duymuyorlar; ama aidiyet duygusu başka bir şey. Francesco Totti veya Alessandro del Piero aklıma ilk gelenler. Francesco Totti uzun yıllar Şampiyonlar Ligi göremedi. Alessandro Del Piero ikinci lige düştüklerinde bile gemisini terk etmedi. Bu hareketler bu oyuncuları o kulüplerin tarihine kazıyor.

Türk takımlarının transferde yaptıkları (daha doğrusu yapamadıkları) ise takdire şayan. Enteresan olan; yukarıda ikinci bölümde bahsettiğimiz oyunculardan (büyük takımdan küçük takıma geçenler) bazılarının zamanında takımlarımızla isimleri çok anılmasına rağmen, gittikleri takımların bizim takımlarımızdan (bizim bakış açımıza göre) daha hedefsiz olmaları. Bunun en önemli sebepleri, alıştıkları ülkeden veya düzenden ayrılmak istememeleri ve beklentilerinin de düşmesi olabilir. Aileler de bu konuda çok önemli bir etken. Bütün bunları göz önüne alarak, içinde bulundukları sezonda gelecek sezonun çalışmalarını yapmak ve işlerini son güne bırakmamak en akıllı davranış olur.