23 Aralık 2011 Cuma

HAYAL

Bir ülke düşünün... Vatandaşlarının çoğu o ülke için her şeyi yapabileceğini düşünürken, bir kısmı "Farklı haklar istiyorum" diyor. Bunu söylerken "halkların kardeşliği" lafını ağzından düşürmüyor. Etrafına bakalım... Kendisi "Yurtta sulh, cihanda sulh" söylemini benimsemiş, ama "Benim benden başka dostum yok" diyor. Yıllardır içinde debelendiği karmaşanın sebeplerini hep başka yerlerde arıyor. Sürekli halının altına süpürdüğü sorunlarını, dışarıdan gelen birisi halıyı kaldırıp herkese gösterdiğinde "Sen kim oluyorsun?" diyor. Artık o günler geçti.

Dünyada ekonominin işleyişinin bazı kuralları vardır. İyi bir ekonomi "güçlü devlet" olmanın ilk şartıdır. Avrupa ve Amerika da bunu yüzyıllarca önce keşfettiği için, sen hep onu geriden takip ediyorsun. Şu anda durumun iyi olmasına rağmen, geçmişte yaptığın büyük ve kritik hatalar senin peşini hiç bırakmıyor. Yapmadığını söylediğin "Ermeni Soykırımı"nı adamlar iki elin parmakları kadar kişiyle onaylarken, sen sabaha kadar mecliste gelecekte cebine girecek paraların hesabını yapıyorsun. Ölen diplomatlarının kemikleri sızlamış, ne gam! Her yıl Avrupa Birliği yolunda önüne çıkartılan en büyük engel olan "Kıbrıs Sorunu" var. 37 yıldır bu harekatı neden yaptığını anlatamamışsın. Vatanına göz dikip binlerce evladını öldüren adamı başkaları isteyince ele geçirip, gerekli cezasını veremeyip, bir de üstüne senelerce ona içeride bakıyorsun. Onun en yakın adamlarını meclise sokuyorsun, maaş veriyorsun. İşin kötüsü; bütün bu sorunları çözsünler diye seçtiğin adamların kahvede okeye dönen adamdan hiçbir farkı yok! "Benim için sorun yok" diyorsan, sen bilirsin. Ömür boyu bunları çekmeye mecbursun.

Para kazanabilirsin, refah seviyen artmış olabilir; ama onurunu kaybettikten sonra, yaşamışsın, ne anlamı var? Polisin eline ise hiç düşmeyegör! Seni korumasını beklediğin adam en büyük kabusun oluyor. Bir sabah evinden aniden alıkonulabilirsin. Ne zaman, ne şekilde döneceğini Allah'tan başkası bilmiyor. İşin garibi, ne suç işlediğini de bilmiyorsun! Her yıl Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi seni onlarca suçtan tazminatlara mahkum ediyor. Artık şapkamızı önümüze koyma zamanı. Herkes suçlu, hep biz mi haklıyız? Başkaları bize ne yapmamız gerektiğini söylemeden, insanca yaşamanın temel şartlarını yerine getirmek bu dünyadaki en önemli görevimiz olmalı. Bizden sonraki jenerasyonlara bırakacağımız en büyük hediye budur!

24 Kasım 2011 Perşembe

SILA ÖZLEMİ

Dün gazetede Diego Lugano'nun "Dönmek İstiyorum" başlıklı feryatlarını görünce biraz şaşırdım, biraz da hoşuma gitti açıkçası. Söz konusu Türk gazeteleri olunca, haberin doğruluğu konusunda da çekincelerim oluyor elbet. Ama bu yazı, haberin doğru olduğu dikkate alınarak yazılmıştır.

Diego Lugano, Fenerbahçe'ye transfer olduğu sene, dönemin en iyi defans oyuncularından biri olarak adlandırılıyordu. Kısa sürede bunun laftan ibaret olmadığını da gösterdi. Mücadelesi, hırsı ve attığı goller, onu Türkiye'ye gelen unutulmaz yabancı oyunculardan biri haline getirdi. Ama kendisinin büyük bir sıkıntısı da vardı. Göz doldurup Avrupa'da adı duyulmaya başladıktan sonra, neredeyse her sezon Avrupa'ya (özellikle İtalya'ya) transfer olacağı dedikoduları ise hiç hoş değildi. Hepimizin alıştığı kampa geç katılma olgusunun yanına transfer tehdidi ile ücret arttırımı için sürekli kullanması yakışık almayan bir durumdu. Sonunda hiçbir yere transfer olamayıp takımına geri dönüyordu. Ama taraftar onu hep bağrına bastı. Diğer takım taraftarları ise nefret etti. Aslında bunu en iyi Galatasaraylılar anlar. Bülent Korkmaz, Galatasaray ve onun dışındaki takım taraftarları için ne ifade ediyorsa; Diego Lugano da aynı hesap! Enteresan olan ise kendisiyle yapılan sözleşmeydi. Kimin oraya koyduğunu çok merak ettiğim "3 milyon Euro'ya serbest kalır" maddesi, Fenerbahçe'ye pahalıya patladı. İyi futbolcudan önce iyi yönetici transfer etmemiz gerekliliğine bir güzel örnek daha!

Diego Lugano, dünyanın en güzel şehirlerinden birine, Paris'e gitti. Şimdi orada aradığını bulamadığı, İstanbul'u özlediği haberleri çıkıyor. Aklıma hemen "Hakan Şükür Sendromu" geldi. Yıllar içinde yabancı oyunculara bile bulaştırmışız. İstanbul, parası olana tabii ki güzel; ama bahsettiğimiz şehir de Paris! Gerçi sadece George Weah, David Ginola ve Leonardo'lu kadrosuna sempati besledim. Irkçı taraftarından nefret ettim. Özellikle 2001'deki Galatasaray maçında yaptıklarını hiç unutmadım. Şimdi ise Paris'te Şeyh Al Thani var. Yeni bir "Abramovich" hareketiyle karşı karşıyayız ve Diego Lugano da bu hareketin önemli parçalarından biri olabilirdi. Hala olabilir. İkili ilişkilerin ne kadar önemli olduğu, sporcuların her zaman profesyonel olması gerektiğine güzel bir örnek.

10 Kasım 2011 Perşembe

ÇOK DEĞİL, 2 SENE SONRA!

Yine tarihi bir maça çıkıyoruz. İkinci torba takımı olarak bekleneni gerçekleştirdik ve grup ikincisi olarak play-off'a kaldık. Her ne kadar dünyanın en iyi 3 takımından biri olan Almanya'ya karşı oynanan oyunlar kimseyi tatmin etmese de, grup lideri olmayı beklemiyorduk zaten. Bizim için asıl sıkıntı, kategori olarak altımızdaki takımlarla oynadığımızda ortaya çıkıyor. Zor anlarda şapkadan tavşan çıkartabilen Türkiye, kendinden daha güçsüz (kime göre olduğu tartışılır) rakiplere karşı herkesi şaşırtmayı başarıyor. Hatta sahada aldığım izlenim, rakip takımların kendilerini dünya kamuoyuna duyurabilecekleri en kolay maç Türkiye maçıymış gibi duruyor.

Takımımızın burada alması gereken en önemli ders; her maça aynı ciddiyetle çıkmak ve oynanan her rakibin hedefe giden yolda önemli birer engel olduklarının bilincinde olmaktır. Ama aynı durumu Brezilya 2014 elemelerinde de yaşayacağımız çok büyük bir ihtimal. İnsanın kendisini bilmesi ne güzel! Peki geçmişten gerekli dersler alındı mı? Bunu yarın göreceğiz. 2004'te Letonya -ki çok iyi bir takımdık- ve 2006'da İsviçre'ye elenmemiz ve sebep olduğu büyük silkelenme çok eski olaylar değil. Kaldı ki karşımızdaki rakip önemli bir ekolün başarılı ve istikrarlı bir temsilcisi. Kısa sürede (15 sene) yaşadıkları iyi jenerasyon geçişleri takdire değer.

2008'de aldığımız mucize galibiyetten mi, yoksa ülkede yaşanan sıkıntıların verdiği bıkkınlıktan mı bilemediğim bir umursamazlık var havada. Bu aslında işimize gelebilir. Oyuncularımızın genelde yaşadığı baskıyı biraz olsun azaltabilir. Ama umuyorum ki en az 2 farklı galibiyeti sadece Burak Yılmaz'ın ayağına bakmadan yakalarız. Aksi takdirde, rövanşta zor bir 90 dakika bizi bekliyor.

Bu turnuvaya gideriz veya gidemeyiz, ama Guus Hiddink'in durumu ne olacak,? Bunu çok merak ediyorum. "Türkiye'de durmadı" gibi sığ tartışmalardan dolayı değil, ama sahadaki takımın "onun" ruhunu yansıtan bir takım olduğu konusunda şüphelerim var. Sebebi, sadece bizim oyuncuların yetenek eksikliği olmamalı. O kadar da kötü değiller!

29 Ekim 2011 Cumartesi

ANKARA'DA BASKETBOL ATEŞİ

Türk Telekom, Türk basketbolunun temel taşlarından biri ve Ankara'ya bir spor dalında zirveye oynama zevkini tattırıyor. Ama o kadar harcamanın yanında yapılan bazı hatalar, bu takımın ana hedeflerine ulaşamamasına sebep oluyor. Basketbolu iyi bilen bir seyircisi var Ankara'nın. Ama Türk Telekom'un seyircileri onlar değil. Ankaragücü taraftarları nasıl 19 Mayıs Stadyumu'nda kale arkasında yerini alıyorsa, Ankara Spor Salonu'nda da pota arkasında yerini alıyorlar. Maçı izlemiyorlar haliyle. Şaşırmıyoruz! Onlara da bir açıdan hak veriyorum. Ankaragücü'nün aldığı kötü sonuçları Türk Telekom'un iyi sonuçlarıyla bir nebze unutabilirler.

Yönetimin yaptığı en büyük hata kombine bilet satışı yapmaması. Arayıp sorduğumda, Ankara Spor Salonu kendilerine ait olmadığı için bunu yapamadıklarını söylediler. Bunun çözülemeyecek bir sorun olduğunu düşünmüyorum. Alınan oyunculara bakarsak, fena olmayan yabancıların yanında Türk oyuncularda sıkıntı var. Artık takımların arasındaki farkı Türk oyuncular belirliyor. İyi yabancılar zaten Türkiye'yi tercih ediyor. Siz iyi Türk oyuncuları cezbetmeli ya da altyapıdan yetenekli gençleri ortaya çıkartmalısınız. Bunu şu anki mali durumu ile yapabilecek başlıca takımlardan birisi Türk Telekom. Ama bir zafiyet var işte. Kenar yönetimin de ne kadar yeterli olduğu tartışılır! Darius Washington'a bir alternatif gerekiyor. Kenarda yerine girecek bir oyuncu olmadığını bilmesi, ona her istediğini yapma imkanı tanıyor. Takım arkadaşlarının-ki Mehmet Okur, Simas Jasaitis, Michael Wright gibi başarılı isimler-bundan hoşnut olduğunu sanmıyorum. Surat ifadeleri bunu gösteriyor. İsterse her maç 30 sayı atsın, oyunu bu kadar zorlaması herkesin konsantrasyonunu düşürüyor. Beni de bir seyirci olarak hiç memnun etmiyor. Timuçin Meriç'in bu duruma acil bir çözüm bulması lazım.

Türk Telekom skorer oyunculardan kurulu bir takım; ama Aydın Örs'ten beri öğrendiğimiz şey, basketbolda kazanmanın en önemli yolunun savunmadan geçtiğidir. Türk Telekom'da bunun esamesi okunmuyor. Artık basketbolun onu bıraktığı açıkça belli olan Kaspars Kambala ve kardeşinin yaptıklarını kendisinden de beklediğimiz, ama bir türlü patlayamayan Muratcan Güler de takımın hayal kırıklıkları. Umarım takım bir an önce savunma yapması gerektiğini hatırlar ve Mehmet Okur da havasını tekrar bulup takıma bir seviye atlatır.

17 Ekim 2011 Pazartesi

YENİ BİR HEYECAN: ORDUSPOR

Orduspor yıllar sonra döndüğü Spor Toto Süper Lig'e çok iyi bir başlangıç yaptı. Süper Lig'e yeni çıkan takımların yaptığı klasik hatalar vardır. Önce teknik direktör değiştirilir, sonra takım baştan sona değiştirilir. Orduspor bunlardan birincisini yapmayarak en önemli adımı attı. Transferde ise hareketliydi. Son yıllarda en çok dikkat çeken oyuncularından bir olan Jerry Akaminko'yu Manisaspor'a göndermesi beni şaşırtırken, zor gol yiyen bir ekip olması, bu konuda pek sıkıntı çekmediklerini gösteriyor. Yabancıları da takıma iyi bir hava kattı. Özellikle Galatasaray'dan gelen, ki onlara da büyük umutlarla gelmişlerdi, Emmanuel Culio ve Bogdan Stancu attıkları gollerle bu sene isimlerinden söz ettiriyorlar. Galatasaray özellikle Emmanuel Culio'yu gönderme kararı çok tartışıldı. Ama Arda Turan'ın transferinin son ana kadar belirsizliği, kararı alanların bir bahanesi olmasına yol açtı.

Orduspor'un başarısındaki aslan payı Metin Diyadin'e ait. Gençlerbirliği Oftaş'ta dikkat çeken, Eskişehirspor'da Sergen Yalçın'la yaşadığı problemden dolayı görevine son verilen, Trabzonspor'la yardımcılıkla da olsa büyük takım havasını soluyan genç teknik adamın, Orduspor'un başına geçtiğinden beri istikrarlı bir çizgisi var. Şu anda Süper Lig'de geçen sezon Karabükspor'un yarattığı etkiyi Orduspor devraldı. Karadeniz'in hırçın çocuklarından Fatih Tekke'nin de bu takımda iyi işler yapabileceği ihtimal dahilinde. Kariyerinin son dönemlerinde de olsa, bu takıma katacağı çok şey olabilir. En azından Süper Lig'de oynamanın nasıl bir şey olduğunu genç takım arkadaşlarına aşılaması bile yeter.

Orta saha oyuncuları skora katkı yapmaya başlayıp gol sorunları aşılabilirse, bu sene Orduspor'u ilk 10'da görmememiz için bir sebep yok! Kendisini bu takıma adayan Dr. Nedim Türkmen'in vizyonu da istikrarlı bir gidişat için umut verebilir.

16 Ekim 2011 Pazar

DOĞRU ZAMANDA, DOĞRU YERDE

Futbolumuzda güzel adamlara ihtiyaç var. Bu bir gerçek. Ama elimizdeki güzel adamları da kaçırmamak lazım. Michael Skibbe, Galatasaray'dan ayrıldığında içimde hafif bir burukluk olmuştu. Hele malum gazetede çıkan o meşhur başlığı görünce, ülkem adına bir kez daha üzülmüştüm. Bu durumun Michael Skibbe'yi değil, kendilerini küçük düşürdüğünü bunca yıldır anlayamayan bir ruh halini nasıl düzeltebilirsiniz ki? Neyse ki güzel adam geri döndü. Hem de Türkiye'nin en güzel şehirlerinden birine, Eskişehir'e. Bunun Eskişehirspor için büyük bir şans ve ders olduğunu düşünüyorum. Türk futbolunun en sevilmeyen, ne kadar başarılı olduğu beni ilgilendirmez, simalarından Bülent Uygun'un nasıl bu takımın başına geldiğini hatırlıyorum da...  Eskişehirspor yönetiminin yaptığı hatayı Türk adaletinin düzeltmesi de ironik bir durum olmuş. 

Gelelim takımın durumuna... 6 maçta 7 puan kötü görünüyor. Ama kalecisinden defansına, orta sahasından forvetine, herkesin takımında görmek istediği oyuncular var Eskişehirspor'da. Sezer Öztürk'ü kaybetmiş olmaları, ki o da son dakikadaki serbest vuruştaki saçma hareketleriyle hafızamda kalacaktır, çok önemli değil. Özellikle yabancılarıyla fark yaratan bir takım. 1-2 sene sabredilirse, zirveye ortak olmamaları için hiçbir sebep yok! Şehrin farklı yapısı, insanlarının yarattığı pozitif atmosfer, takımı başarıya itecek etkenlerden.

Güzide bir profesörün yönettiği şehrin takımının başına zaten Michael Skibbe gibi genç, dinamik ve başarıya aç bir teknik adam yakışırdı. Sabredin. Başarı size gelecektir. Bu takımı sonunda ne yapacağı belli, vizyonsuz adamların eline bırakmayın!

14 Ekim 2011 Cuma

NEREDE KALMIŞTIK?

Şike soruşturması ve sonrasında yaşananlar, bugüne kadar izlediklerimizin ne kadar "gerçek" olduğu konusunda kendimizi sorgulamamıza yol açtı. Sürekli dile getirilen "marka değeri" safsataları, saha içinde izleyecek bir şey bulamayan futbolseverler için artık çok fazla anlam taşımıyor. Yine de gönül ferman dinlemiyor. Lig bizim ligimiz. Bu oyunu sevenin kalp atışları, ait olduğunu hissettiği renkleri sahada görünce yine hızla artmaya başlıyor. Bu gelişmeler eğer bir hayra sebep olacaksa, sürekli dünya gerçeklerinden bahseden, ama icraata gelince alaturkalıktan kopamayan kişilerden bizi kurtarmasıyla olsun.

Kulüpler Birliği, sağolsun, Allah'ın bildiğini kuldan esirgemedi ve her şeyi eline yüzüne bulaştırdı. Kendi kulübünü yönetirken kaos yaratan Yıldırım Demirören'i başkan seçtiler. Şike yapanın cezası öyle olmasın, böyle olsun. Küme düşme olmasın. Bakan bey bizi kurtarsın... Bütün bunları söylemekten çekinmediler. Konuştuğumuz konuların saçmalığı, kendimi sürekli sorgulamama yol açıyor. Acaba ben mi evrensel doğrulara yabancıyım? Dürüst olanın, hakkını vererek çalışanın sonunda kazanacağını düşünmek nasıl bir saflıktır? Kişiler arasındaki çekişmelerin milyonların ruh halini bu kadar etkilediği başka bir ülke var mıdır?

Mehmet Ali Aydınlar da hayatının hatasını yaptığının farkındadır sanırım. İcraatlarıyla ne Musa'ya ne İsa'ya yaranabildi! O da farkında değildi olayların bu raddeye geldiğinin. Ama umarız, bu bir milat olur ve artık kimin şampiyon olduğunun değil; olgulara yeni ve güzel şeyler katan insanların önemli olduğu ve takdir edildiği bir spor dalımız olur!

23 Mayıs 2011 Pazartesi

BUGÜN ONLAR, YARIN SEN...

Dün gece Roma'dan İstanbul'a döneceğim uçağımı bekliyordum. Saat sabahın 3'üydü ve yorgunluk gözlerimden akıyordu. Daha önce başıma birkaç kez gelen olay bir kez daha olmuştu. Çok önemli maçlar vardı ve ben eldeki imkansızlıklar nedeniyle televizyon başında değildim. Gerçi internetten sonuçları öğrendiğimde, içimden "Zaten böyle olacaktı. Ne bekliyordun ki?"den başka bir düşünce geçmedi. İki kez yaşadıkları travmayı belki bir kez daha yaşayabilirler diye düşünmüştüm. Bu sefer yaşamadılar. Çünkü yaşamayı hak etmediler. 

Ligin ilk yarısını çok iyi bir puan farkıyla kapatan Trabzonspor, öyle veya böyle, ikinci devrede bütün avantajını yitirdi. Özellikle Burak Yılmaz'ın insanüstü performansı, savunmalarında yaşadıkları sıkıntıları her geçen hafta unutmalarına yol açtı. Son dakikada attıkları goller onların şansı değil, yetenekleri ve hırslarından dolayıydı. Ama Fenerbahçe daha başarılı bir takımdı. Saha dışında yaşadıkları sıkıntıları iyi yönettiler. Kaybettikleri mücadelelerden daha güçlü çıktılar. Şimdi Fenerbahçe'nin nasıl bir "kolej takımı" havasına büründüğünü anlatan yazılar çıkacaktır. Bu tabiri hiç sevmem. Emin olun ki Trabzonspor da çok iyi bir takımdı. Başında çok başarılı bir hocası da vardı. Ama bazı maçlar vardır, bu maçlarda oynadığınız futbol size bir maçtan fazlasını kazandırır. Özgüven çok önemlidir. Sahaya her zaman 1-0 önde çıkartır. İşte Fenerbahçe, Şükrü Saraçoğlu Stadı'ndaki Trabzonspor maçından bu duygularla çıktı. Yarattıkları büyük baskı, şampiyonluk yolundaki rakibinin diğer maçlarındaki psikolojisini de etkiledi. "17'de 17 yapmak imkansız" laflarının safsata olduğunu, iyi bir oyun stratejisiyle her şeyin mümkün olduğunu gördük. Bu durum daha önce Gordon Milne ve Mircea Lucescu döneminde Beşiktaş ve özellikle 1999-2000 döneminde Fatih Terim'li Galatasaray'da yaşandı. Sağlam sistemi olan takımlar bir şekilde kazanıyor. Bunun süresini diğerlerinin yaptığı hamleler belirliyor.

Bu sene ucundan köşesinden biraz olsun içine girme şansı elde edebildiğim medya dünyası bana futbolun sadece bir oyun olduğunu bir şekilde öğretti. Belki tuttuğum takımım başarısızlığı beni psikolojik olarak bu şekilde düşünmeye itmiş olabilir. Ama ben bir galibiyet veya gol (!) görüp göremeyeceğim konusunda emin olmamama rağmen, imkanım olduğunda maçlara gitmeye devam ettim. Sahada o renkleri görmek bile bu oyunu sevmek için güzel bir sebepti. İnsanların sarı-laciverti sevmek için de sebepleri var, bordo-maviyi de. Bunu bir varoluş sebebi olarak görmenin ve savaşa çevirmenin alemi yok. Keyfinize bakın...

21 Mart 2011 Pazartesi

EN BÜYÜK OLMAK

Vakıfbank GSTT kadınlar voleybolunda Avrupa'nın en büyüğü oldu. Ev sahibi olduğumuz organizasyonda zafere ulaşmak büyük bir mutuluk yaşattı hepimize. Ev sahibi derken, asıl ev sahibi olan Fenerbahçe Acıbadem'in yarı finalde kaybetmesi bütün hesapları bozdu. Gerek İstanbul caddelerindeki posterler gerekse salondaki hava her şeyi onların lehine gösteriyordu. Ama son derece adil bir spor olan voleybolda o maç için iyi oynayan kazandı.

Vakıfbank GSTT'nin de bir Türk takımı olduğunun tribündekiler tarafından unutulması geçtiğimiz haftasonu yaşadığımız en kötü olaydı herhalde. Aziz Yıldırım'ın tripleri, taraftarın finalde Azeri takımını destekleyip, maç öncesi tribündeki Vakıfbank GSTT'lileri yuhalaması spor dünyamız adına ayıplarımızdı. Ne zaman kaybetmenin de doğal bir olgu olduğunu, buna vereceğimiz reaksiyonun da doğal olması gerektiğinin farkına varacağız? Final Four için yapılan web sayfasının final günü güncellenmemesine ne demeli? Siz oraya yazmayınca gerçekler değişiyor mu?

Mücadele ve rekabet olan her sporda bir kazanan ve kaybeden vardır. Her zaman da kazanamazsınız. Kaybederken de güzel kaybetmektir aslolan. Karşısındakine gerekli saygıyı gösterirken, saygı görmeyi de hak etmektir.

17 Mart 2011 Perşembe

REKABETİN BÖYLESİ

Yarın büyük gün! Ezeli rakipler bir kez daha karşılaşıyor. Ama bu sefer iki takımdan sadece biri iddialı olduğu için maçın keyfi biraz daha az. Bu durumun sebepleri tabii ki tartışılır ve Galatasaray çözüm arayışlarına sezon sonunda başlar. Fakat şu anki havadan hissettiğim çok tehlikeli bir durum var. Galatasaray bu maçı kazanırsa, çok büyük bir kutlama yapılıp, yaşanılan her şey unutulucakmış gibi gösteriliyor. Kaybederse, olacakları düşünmek bile istemiyorum. Ancak daha bir hafta önce Ankaragücü'ne çok kötü şekilde kaybedilmiş, dahası bütün sezon büyük bir kayıp olarak görülürken, Fenerbahçe maçının "kurtuluş" anlamına geliyormuş gibi gösterilmesi bu kulübe yapılacak en büyük kötülüktür.

Fenerbahçe ise ikinci yarıya fırtına gibi başladı. Özgüvenleri üst düzeyde. Bu maçta da normal olarak favoriler. Ama bu maçı kaybetseler dahi yarışta büyük bir yara alacaklarını zannetmiyorum. Önümüzde daha çok hafta var ve bu ligde her şey olabilir. Zaten bu sakin havadan dolayı medya da rahatsızdır diye düşünüyorum. Heyecanın az olması gerilimi de düşürüyor. Bu da daha az haber demek. Buna rağmen, Aykut Kocaman'ın hala ilk maçta Sabri Sarıoğlu'nun yapmış olduğu penaltılık harekette kaldığını belirtmesi gerilim yaratmada ufak bir kıvılcım bile olamadı. Bu tür demeçlerin kendisine yakışmadığını yine kendisi keşfedecektir.

Gheorghe Hagi'nin 6 yıl önceki Türkiye Kupası finalini hatırlaması ise kendisi adına büyük bir azap olmalı. Bu sene yaşadıkları belki de teknik direktörlük kariyerinin sonunu getirecek. Ama böyle ucuz polemiklere girmek, medya uydurmuyorsa, onun şu anda içinde bulunduğu ruh halini anlatıyor. Alınacak kötü bir sonuçta gerek kendisi gerekse Adnan Polat kendilerini içinden çıkılamaz bir girdapta bulacaklar. Suçu başka yerlerde aramasınlar. Bir daha dönmemek üzere giderlerse (Gheorghe Hagi futbola dönmediği sürece!), Galatasaray'a en büyük iyiliği yaparlar.

15 Mart 2011 Salı

KALAN SAĞLAR BİZİMDİR

Herkes Galatasaray'da Gheorghe Hagi'nin istifasını beklerken, sürpriz hamle Bernd Schuster'den geldi. Futbol dünyasında her şeyi paraya endekslemeyen birinin olduğunu görmek güzel. Böylece son yıllarda Vicente Del Bosque ile başlayan "dünyaca ünlü teknik adamların Türkiye'de yarattıkları hayal kırıklıkları" silsilesine bir kişi daha eklenmiş oldu. Kulüp başkanlarının (sadece 4 tanesinin) ligin sonu yaklaşırken yarattıkları kaos ortamına dahil olmamayı, kenarından geçip gitmeyi tercih etti "Sarı Melek". Son derece aykırı bir insan olduğunu her an gösterdi. Her hareketiyle "Kural tanımam" dedi. Beşiktaş yönetimi ise bundan sonra yapacağı hamlelerle kriz yönetimini nasıl uygulayacağını gösterecek.

Taraftarın çok üzüleceğini sanmıyorum. Belki bir burukluk olabilir. Ama olmamıştı işte. Olamamıştı. Transfer edilen onca önemli oyuncu, ki bazılarının ne kadar yeterli olduğu tartışılır (bk. Hugo Almeida), gerekli etkiyi yaratamadı. Sıkıntıları arkada bırakıp kendilerine gelemediler. Kötü gidiş çok uzadı. Bugün yerlerde sürünen Galatasaray'la neredeyse aynı puandalar. Oysa başlarda oynanan güzel futbol herkesi büyük beklentiler içine sokmuştu. Ama biz böyleyiz maalesef. Kendimizi ya gerektiğinden çok yukarıda görürüz ya da aşağıda. Genellikle birincisi. Dönüp bakmayız nereden nereye geldiğimize, diğer ülkelerin geçirdikleri aşamalara.

Bu kadar yatırımın karşılığında tabii ki başarı beklenir, ama iyi bir stratejiyle büyümeyi yıllara yaymak ve altyapılarımızı etkin kullanabilmek daha sağlıklı olmaz mı? Asıl sorun UEFA Kriterleri devreye girince olacak. Her şeyi kılıfına uydurmayı başaran yöneticilerimiz hiç ummadıkları sürprizlerle karşılaşabilirler. O zaman teknik adamlar ve futbolcular için harcadıkları ve karşılıklarını alamadıkları milyonlara daha çok yanacaklar!

28 Şubat 2011 Pazartesi

STRES YÖNETİMİ

Çok çekingenler. Korkuyorlar. Tedirginler. Yoksa aslında o kadar yetenekli değiller mi? 2010-2011 sezonu Galatasaray'ın deplasmanda, Trabzonspor'un ise evinde büyük sıkıntılar yaşadığı bir sezon olarak hatırlanacak. Aslında daha önce de böyle sezonları daha önce de yaşamışlardır elbet. Ama şu anda değerleri milyon Euro'larla veya TL'lerle ölçülen oyuncular-ki hiçbir zaman o kadar etmediklerini savunurum-bu durumlara düşünce, insanlar şaşırıyor, kızıyor. Umut Bulut 2 metreden boş kaleye atamıyor. Mustafa Sarp topu 2 metre ileri süremiyor. Belki ikisininde yapmakta zorlanacakları hareketler bunlar! O zaman yanlış takımlarda oynuyorlar.

Trabzonspor tarafına bakarsak, medyanın sürekli olarak pompaladığı taraftar baskısı kendini göstermeye başladı. Bunca yıldır (özellikle 1996'da) şampiyon olamamalarının sebeplerini düşünüp, ona göre hareket etmeleri gerekiyor. Aynı hatayı bir kez daha yapmak onlara sadece zaman kaybettiriyor. Oyuncu bazında baktığımızda ise, çok şaşırtıcı şeyler görüyorum. Yıllardır patlaması beklenen, taraftarın sevgilisi İbrahima Yattara'nın bencilliği takıma zarar veriyor. Maçın en kritik anında boş durumdaki arkadaşına pas vermemesi, insanı çileden çıkartıyor. Yeni bir "Arveladze Kardeşler" bulma sevdası, onları "Brozek Kardeşler"e yöneltti. Ne kadar hazırlardı? Şu ana kadar takıma ne kattılar veya ne götürdüler? Hepsi tartışılır. Ama eksisinin artısından fazla olduğu görülüyor. Sadri Şener'in zaman zaman yaptığı komik açıklamalar ise kendisine yakışmıyor. Daha sakin olmalı ve Şenol Güneş'in arkasında itici güç olmayı sürdürmeli. 

Galatasaray'da ise sadece Türk Telekom Arena'nın taraftara getirdiği bir heyecan vardı. 15 Ocak 2011'de Adnan Polat ve siyaset dünyası davranışlarıyla, daha sonraki haftalarda da futbolcular oynadıkları oyunla hepsini alıp götürdüler. Trabzonspor seyircisinin takımına yaptığını Gheorghe Hagi de Galatasaray'a yapıyor. Severken öldürmek diye buna deniyor. Yapmak istediği çok şey olabilir. Ama gözüken o ki, saha kenarındaki Gheorghe Hagi, saha içine 10 yıl önceki gibi hükmedemiyor. O zamanlar beyninin ona söylediklerini ayakları yapabiliyordu. Ama şu anda o beyindekileri sahaya aktaracak ayaklar yok. Olmaya en yakın olanı da enteresan sebeplerden dolayı gönderiyor.

Bu sene Trabzonspor şampiyon olabilir. Ama oyuncularını tek tek gözden geçirmesi lazım. Yedek kulübesi kuvvetli olan bir kadro her zaman takım içi mücadeleyi ön plana çıkartır. Alternatifinin olmadığını düşünen oyuncunun performansının düşmesi normaldir. Galatasaray ise utanç dolu bir sezonu geride bırakıyor. Her şeyi sil baştan yapmak en akıllısı gibi. Başkanından malzemecisine kadar!   

25 Şubat 2011 Cuma

GALATA-PİLSEN

Bu sene futbolda Galatasaray nasıl eski günlerini arayıp vasat bir görüntü sergiliyorsa, basketbolda da Efes Pilsen çok benzer bir durumda. Aslında tarihlerine baktığımızda da gittikleri yollar da birbirini andırıyor. Galatasaray'ın 1989'da Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası'ndaki yarı finali, 1993'te Şampiyonlar Ligi'ne (8 takımlı) kalışı ve 2000'de UEFA Kupası şampiyonluğu ve sonraki 2 yıl Şampiyonlar Ligi'nde biri çeyrek final olmak üzere iyi işler yapması var. Efes Pilsen'de ise 1993'te Avrupa Kulüpler Kupası finali, 1996'da Koraç Kupası Şampiyonluğu, 2000 ve 2001'de "Final Four" oynayarak Avrupa üçüncülükleri var.

Şu anda ise iki takım da bir kimlik bunalımı içerisinde. Yıllarca yabancı oyuncu sınırından gem vurmamıza rağmen, şu anda çok sayıda yabancı oyuncu oynatmanın sıkıntısını çekiyoruz belki de. Eskiden iyi takım oyuncuları olan Türkler'in yanına çok kaliteli yabancı oyuncular getirerek takımı iyi yerlere getirirken; şimdi çok sayıda yabancı oyuncunun yanına iyi Türk oyuncular koyamıyorlar. Farkı yaratması gereken Türk oyuncular gerek teknik gerekse mücadele anlamında beklentilerin çok altındalar. Altyapıdan beklenen seviyede oyuncuların çıkmaması da büyük bir sorun.

İki takımın da çok önemli idarecilere sahiptiler. Galatasaray yönetiminde Faruk Süren'in takımın yönetilmesine çok karışmaması, aldığı başarılı kararlar ve aldığı kararların arkasında sonuna kadar durması; Efes Pilsen'de ise Tuncay Özilhan'ın Pano Natof'la ve sonrasında Doğan Hakyemez'le bir sistem yaratması, başarının temel taşlarını oluşturuyordu.

Antrenörlere gelirsek... Galatasaray'da Fatih Terim, Efes Pilsen'de ise Aydın Örs, liderliğin nasıl yapılması gerektiği, taktik anlamda nasıl fark yaratılacağı konusunda ders verdiler ve Türk sporunun zirvesine yerleştiler. Kendilerini Avrupa'ya kanıtladılar. Başkanların da onlara olan güveni, yaptıkları işi daha rahat yapmalarına ve sağlıklı kararlar almalarına yol açtı. 

Saha içi liderler bu sistemde en önemli parçaları oluşturuyordu. Gheorghe Hagi, dünya futbolunun gelmiş geçmiş en büyük futbolculardan biri olmasına rağmen, düşüşte olan kariyerini Türkiye'de tersine çevirdi ve tekrar zirveye çıktı. Saha içinde kendisine tanınan özgürlüğü tamamen takımın iyiliğine kullandı. Takımını Avrupa'nın zirvesine çıkartırken yanındaki oyuncuları da büyüttü. Petar Naumoski ise Yugoslavya'nın dev takımı Jugoplastika Split'in neredeyse 12. oyuncusu olmasına rağmen 1992'de geldiği Efes Pilsen'i Avrupa'nın devi yapmakla kalmadı, Türkiye'de basketbolun seyrini değiştiren adam oldu.

Galatasaray taraftarı bugün hala Fatih Terim'in 11 yıl önce yaptırdığı hücum presi, baskılı orta sahayı ve bitmek bilmeyen hücum aşkını arıyor. Efes Pilsenliler ise Aydın Örs'ün yaptırdığı baskılı alan savunmasını ve Petar Naumoski'nin alnını formasının kenarıyla sildikten sonra yaptırdığı sistemli hücumları. Belki hiçbir zaman bunlar yeniden olmayacak; ama bu takımlar gelecekte tekrar iyi yerlere gelmek istiyorlarsa, geçmişteki büyük başarılarını nasıl gerçekleştirdiklerine bir kez daha bakmalarında yarar var.

24 Şubat 2011 Perşembe

KOLTUK DELİSİ

Dünyada dengeler değişiyor. Ortadoğu'daki diktatörler bir bir yıkılıyor. Zamana ayak uyduramayan insanlar, günü gelince, bulundukları mevkileri terk etmek zorunda kalıyor. Kendi istekleriyle olması insanın doğasına pek uymadığı için, çoğu zaman zorla oluyor bu olay. Hep diyoruz ya, futbol da fena halde hayata benziyor. Kulüp başkanları kendilerini Türk futbolunun vazgeçilemez unsurlarından biri olarak gördükleri için, onlar da koltuğa oturduklarında "Ben neymişim?" deyiveriyorlar. Hakeme, federasyona, ona, buna, her şeye laf yetiştirmekle geçirdikleri zamanı biraz da yeni fikirler geliştirmeye harcasalar, her şey çok daha güzel olacak. Ama olmuyor. Dayanamıyorlar. Elde ettikleri gücün sarhoşluğu bir türlü geçmiyor. İnsan her an sarhoş dolaşınca da yaptıklarından ve yapamadıklarından pek haberi de olmuyor. Halbuki kafayı bir kaldırsalar, dünyada neler olduğunu görecekler. Bu kadar takımın finansal anlamda kendilerini nasıl revize ettiklerini, başarılı oyuncuları nasıl bulduklarını, ortalama düzeydeki oyuncularından da nasıl maksimum oranda verim aldıklarını keşfedecekler. Ama gerek yok ki.

Türkiye'de klişe bir laf vardır: "Halk bunu istiyor". Hayır, istemiyor. Bugünün dünyasında spor, özellikle de futbol, bir ülkenin kendini dünyaya kanıtlamak için kullandığı en önemli araçtır. Artık kimse birbirine gücünü kanıtlamak için füzeler yollamıyor. Beyniyle, atletik yetenekleriyle rakibini alt eden sporcularıyla gurur duymak istiyor. İşte, bu sporcuları ortaya çıkartmak sizin göreviniz. Birbirinizle saçma sapan muhabbetlere gireceğinize, işinizin ciddiyetinin farkına varmanızı öneririm.  

Siz hala Karpaty Lviv'in ve Dynamo Kyiv'in ve zamanında Metalist Kharkiv'in takımlarınızı sirkülase etmesine "şanssızlık" diyebiliyorsanız, en sonunda Ukrayna'ya bir gareziniz olduğunu düşüneceğim.

21 Şubat 2011 Pazartesi

DAHA OLMAMIŞ

Haftanın en önemli maçı dün akşamki derbiydi, ama haftanın en enteresan olayı Eskişehir'de meydana geldi. Eskişehirspor-Sivasspor maçının son dakikasında kazanılan serbest vuruşta topun başına geçen Pele'ye karşı atışı kullanmak isteyen Sezer Öztürk'ün davranışları ve sarf ettiği sözler inanılır gibi değildi. Hele bir de Pele gol atıp, bütün takım sevinirken, Sezer Öztürk'ün bu duruma kayıtsız kalması ve mutsuz ifadesiyle "özlü" sözlerine devam etmesi büyük bir ayıptı. Takım arkadaşının 90+3'te galibiyet golünü atmasına sevinmeyen bir oyuncunun adı ne olursa olsun, ki Lionel Messi olmadığına eminiz, o takımda yeri yok. . 

Türk futbolcusunun kişisel gelişim eksikliğinden bahsediyoruz her zaman. Bir şekilde karşımıza çıkmaya devam ediyor. Burada karşımıza çıkan durum, bir gurbetçinin tipik ruh hali olabilir. Bunu yetkili kişilerin algılaması ve üzerine eğilmesi gerekir. Artık psikolojik olarak ne yapılması gerekiyorsa, yapılmalı. Bunun pozisyondan doğan basit bir problem olduğunu düşünmeleri Eskişehirspor'a çok şey kaybettirir. Şu anda kazandıklarını zannetseler de. Nacizane, benim aklıma en kısa tedavi yöntemi olarak şu söz geliyor : "Kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma". Sezer Öztürk bunu ne kadar anlar ve uygular, bilemiyorum.

Amacımız bu çocuğu kaybetmemekse, vakit kaybetmeden bu olayın sebebini sorgulamalı ve hataları düzeltmeliyiz. Bu sadece Eskişehirspor yönetiminin değil, Türk sporunun sorunudur. 25 yaşındaki bir gence öğretilecek daha çok şey var. Hayat bunu bize her zaman gösterir.  

19 Şubat 2011 Cumartesi

DİNLE, SANA SÖYLÜYORUM!

Vicente Del Bosque : Yeniköy Kasabı
Mircea Lucescu : Kapıcı
Luis Aragones : Dede
Şenol Güneş : Karizmasız
...

Daha böyle uzar gider. Çok önemli bir özelliğimizdir insanları yaftalamak. Her şeyi biz biliriz. Bugün "ak" dediğimize, yarın "kara" diyebiliriz. Çıkarımız olduğu müddetçe en yakın arkadaşın oluruz. Ama ters bir hareketinde seni yerin dibine sokabiliriz. Bizle iyi geçinmen senin iyiliğinedir. Eninde sonunda aynı yerde çalışabiliriz. Sana taktik veririz. Uygularsan ve başarılı olursan, ne ala; ama uygulamayıp bir de başarısız olursan, tenkiti hak etmişsindir. Bunca yıl bu işin okulunu, kitabını okumuş olabilirsin. Bize de yıllardır senin gibileri eleştirmemiz için para veriyorlar. Herhalde biz de bir şeyler kapmışızdır. Ayrıca bu ülkede nefes alan her insan teknik direktör olma hakkına sahiptir. Yoksa bunu sorguluyor musun? 

Dünya senin başarılarını takdir ediyor olabilir. Bizi ikna ettin mi? Karşı tarafı oynatmamanın temel felsefe olduğu bu ligde rüştünü ispat etmelisin. Senin takımın kadar büyük olduğunu düşündüğümüz diğer 2 takımı 4 maçta da yenmeli, kalan 16 takımla oynayacağın 32 maçta onlara göz açtırmamalısın. Tamam, abartmayalım. Birkaç tanesinde zorlanabilirsin, ama herhangi bir puan kaybının senin için mazereti olamaz. 

Avrupa kupalarında yıllardır mart ayını görmüyoruz, ama bize hedeflerini açıkça belirtmelisin. Bunların içinde Avrupa'da final yoksa, senin vizyonundan şüphe ederiz. Şu anda bir dünya kulübünde olduğunu unutuyorsun. Yukarıda yazdığımız isimleri görmedin mi? Onlar bile arkalarına bakmadan gittiler. Sen kim oluyorsun?

Son olarak çok önemli bir şey daha söylemeliyim. Bu ülkede 75 milyon insan var. 37.5 milyon erkek. Genç nüfus çok fazladır. Düşün artık rakamı. Genç, top tekniği çok yüksek (olmazsa olmaz), hızlı ve fizik gücü kuvvetli çocukları bulmak zorundasın. Gençlerin ülke futbolumuza kazandırılması bizim için en önemli kıstastır. Haberin olsun.

İmza : Türk Spor Basını     

18 Şubat 2011 Cuma

EKİP RUHU

Avrupa'da kupa mücadelelerinde tecrübenin çok önemli olduğunu söylerler. Bazen haklı bulsam da, çoğu zaman yetersiz bir argümandır. Yakın tarihte de bunun örnekleri görülmüştür. Aklıma ilk olarak 1999-2001 arasında Leeds United'in yaptıkları gelir. Son derece genç ve dinamik bir kadroyla önce UEFA Kupası'nda, arkasından da Şampiyonlar Ligi'nde yarı final oynamış bir ekip yanlış finansal yaklaşımlar sonucu dağılmıştır. Bugün bütün Galatasaraylılar'ın gözbebeği olan Harry Kewell, vatandaşı Mark Viduka, Lee Bowyer ve adını saymadığım birçok yetenekli oyuncu bir araya gelmiş ve ortak bir hedefe kilitlenmişti.2005'ten beri Arsenal de bu yolda daha akıllı bir stratejiyle yürüyor

Türk takımları son yıllarda enteresan bir yola girdiler. 1996'da Gheorghe Hagi'nin gelmesiyle, ünlü ama son yılları gelmekte olan oyuncuların Katar yerine tercih ettikleri bir yer oldu burası. Verilen büyük paralar tabii ki etkiliydi gelmelerinde. Bizim oyuncularımızın da onlardan bir şeyler kapmasını ve birbirlerini tamamlamalarını bekledik. Geçen 14 senede Galatasaray (2000-2001), Beşiktaş (2003) ve Fenerbahçe (2008)'nin iyi sezonları dışında Avrupa'da başarılı olamadık. Ama Avrupa'da işler böyle yürümüyor. Oynadığınız her başarılı sezon diğer sezonlar için önemli bir veri ve bu veriler hep 5 senelik aralıklarla incelendiği için, bu üç takımımızın geçirdiği başarılı sezonların pek bir anlamı kalmadı.

Bu sene de Şampiyonlar Ligi ve Avrupa Ligi'ne baktığımızda, başarılı olan bazı takımların bu kupalara ilk kez katıldığına tanık oluyoruz. Büyük paralar harcamış da olabilirler; ama en önemlisi, iyi yönetimlere ve sağlam takım ruhuna sahipler. Şampiyonlar Ligi'nde Tottenham belki yüksek finansal imkanlarından dolayı uç bir örnek olabilir; ama Avrupa Ligi'nde Young Boys ya da Bate Borisov gibi takımlara ne diyeceğiz?

Şampiyonluk lafla olmaz. En alttan en üst kademesine kadar sağlam ve dik duran bir yönetimle, birbirini seven ve sayan bir arkadaş grubu olarak oyuncuları ve teknik kadrosuyla, ve son olarak, kendini takımına adamış taraftarıyla olur. Bu üçünden biri doğru işlemezse, işler bir yerde tökezler. Ne kadar para harcadığınız değil, ne kadar akıllı hareket ettiğiniz önemlidir.

16 Şubat 2011 Çarşamba

DÖVÜŞ KULÜBÜ

İbrahim Üzülmez, kısıtlı teknik kapasitesine rağmen, gösterdiği mücadeleyle kendine Beşiktaş'ta önemli bir yer edinmiş ve kaptanlığa kadar yükselmiş, önemli bir oyuncuydu. Birkaç yıldır İbrahim Toraman'la yaşadığı sürtüşmenin sebebini hiçbir zaman öğrenemedik. Ama bir türlü çözülemeyen bu problem en sonunda büyük bir skandala sebep oldu. Ankaragücü maçının devre arasında yaşanan olay İbrahim Üzülmez'in Beşiktaş'taki döneminin, belki de futbol hayatının bitmesi demek. İbrahim Toraman ise, zaten taraftarın gözünde güvenilmeyen bir karaktere sahip. Bu olayla birlikte bir tepki görmesi de muhtemel. Kendisini de zor günler bekliyor.

İkili arasındaki tartışmaların bu hale gelmesinde en büyük suç yönetimde. Bernd Schuster gibi tepkilerini farklı şekillerde gösteren bir kişilikle zamanında bir araya gelip durum değerlendirmesi yapmamaları büyük bir eksiklik. Türk futbolcusunun "ağabeyleri" diye nitelendirilen menajerlerin varlığından memnun değilim. Olmaları gerektiğini de düşünmüyorum. Ama futbol şubesi sorumlusu ne işe yarar? Başkan zaten her an, her olayın içinde. Bu duruma el atmaması mümkün olabilir mi? Profesyonel olacağız derken, içimizdeki amatör duyguları da öldürmeyelim.

Türk futbolcusu farklıdır. Maalesef farklı dokunuşlar bekler. Yabancılar buna şaşırabilir. Bunu profesyonel bir yardımla (mentor) kökten çözmediğiniz müddetçe, onların insani ihtiyaçlarına da karşılık vermek zorundasınız. Bu olay herkese örnek olmalı. Takım olmak sadece sahaya 11 kişinin dizilmesiyle olmuyor. Saha içinde olduğu kadar, saha dışında da birbirini tamamlayan kişilerin bir araya gelmesi gerekiyor.

15 Şubat 2011 Salı

YABANCIYI SINIRLAMA

Türk futbolcusu yurtdışına gitmiyor. Her zaman altyapı eğitimimizin eksikliğinden bahsediyoruz. Oyuncularımızın fiziksel ve mental gelişiminin yetersizliğinden dem vuruyoruz. Artık bu sıkıntının sebeplerinden birinin yabancı sınırlaması olduğunu düşünüyorum. Türkiye'de kısıtlanmış piyasadan dolayı, kulüplerin kendilerine muhtaç olduğunu düşünen oyuncular, iş bilen menajerlerin de etkisiyle, ederinden yüksek paralara transferler gerçekleştiriyorlar. Yurtdışında kazanacağı paranın en az iki mislini kazanıp, bir de üstüne gördükleri itibar eklenince, burada kalmak en mantıklı seçim oluyor. Zaten 6+2+2 gibi saçma bir kural, yeni bir düzenlemeye ihtiyaç duyduğunu bas bas bağırıyor.

Yanlış düşünüyor da olabilirim. Belki de gidemiyorlar. Dışarıdaki yöneticilere göre de yetersiz olabilirler. Eğer gerçek buysa, bu durum da hoş değil. O zaman biz bu oyuncuları izlemek zorunda kalmalı mıyız? Yabancı sınırlaması kaldırılsın. Kim iyi, kim kötü, ortaya çıksın. En azından Türk oyuncular eksiklerini görüp, kendilerini geliştirmek için daha çok uğraşsınlar. "Milli takımın geleceği" yaygarasının da artık içi boş bir söylem olduğunu yıllar geçtikçe görüyoruz. Geleceği yurtdışında yetişen yeteneklerimizde arıyoruz. Ayrıca, bir futbolcu iyiyse, her zaman, her yerde oynar. "Türk olmasam, Avrupa'da her takımda oynardım" diyen bazı oyuncularımızın da bu tezlerini neye dayandırdıklarını sormak lazım.

Çok çalışmak, yetenekli olmak iyi bir transferin ön koşullarıdır. Ama doğru zamanda, doğru yerde olmak ve yapılan teklifleri performansını en iyi hissettiği anda kabul etmesi gerekir. Arda Turan bunun için en iyi örneklerden biridir. Türk futbolunun en tepesinde tutulan oyuncu bile, sakatlıkları ve özel hayatı sebebiyle tartışılmaya başlandı. Kendisinin durumu, Türk futbolcusunun "gel-git"leri hakkında iyi bir fikir veriyor.

Yabancı sınırlamasının dünya genelinde de kaldırılması en köklü çözüm olacak gibi. Çünkü, Avrupa Birliği dışından gelen her oyuncunun sülalesinde Avrupalı birini aramak komik oluyor. Bu bir devrim olacaktır. Ama futbolun keyfinin artacağı ve ücretlerin makul seviyelere (!) ineceği inancındayım.

14 Şubat 2011 Pazartesi

SUSMAYIN!

Az konuşup çok iş yapan insanların önemini biliyoruz. Sürekli dile getiriyoruz. Ama Türkiye'de (büyük) spor kulüplerinin başkanları kendilerine ait bir dünyada yaşıyorlar. Her söylediklerinin doğru olduğunu düşünüp karşı tarafa her şeyi söyleyebileceklerini düşünüyorlar. Sonra onların ağızlarının içine bakan taraftarları cepheye çağırıyorlar. N'oluyoruz? Her gün birisi beyanat veriyor. Biri diğerinin altında kalmak istemiyor. Takımlarının çok kötü olduğunun farkında olmalarına rağmen, dikkatleri başka tarafa çekmek onlar için her zor zamanda uygulanabilecek bir taktik olabilir; ancak futbolu gerçek anlamda seven insanlar artık bu muhabbetlerden sıkıldı.

Futbol dünyası kendi devrimini yapmalı. Güzel oyunu sahaya yansıtabilmek için, bu oyunu çirkinleştiren bütün elementleri dışlamalı. Futbol Federasyonu ilk kez ciddi bir çıkış yapıyor, ama samimiyeti sorgulanıyor. Marka değerinden bahsediyorlar. Diğer büyük liglerle karşılaştırılamayacak küçüklükte rakamlardan bahsediyoruz. Yine de bu işten birçok işi ekmek yiyor. Kulüpler ve federasyon, lige ilgiyi arttıracak konularda beyin fırtınası yapacaklarına, aynı kısır döngüde dolanıyorlar. Taraftarları işin içine daha fazla sokan, aidiyet duygularını sömürmeden gerekli hizmetlerin sağlanacağı bir düzen gelmeli. Bu durum kimin işine gelir, kimin gelmez, bilemiyorum. Ama üzerinde düşünülmesi gereken bir konu olduğunu düşünüyorum. Bu arada, taraftar derken belli taraftar gruplarından kesinlikle bahsetmiyorum. Parasını verip o sahaya gelen herkes, kulübüyle güzel şeyler paylaşmayı hak etmiş demektir. 

Böyle devam ederse, bir gün dönüp baktıklarında bir adım ileriye gidememiş olacağız. Eğer altımızdaki ülkeler kendini geliştirmiş olursa, onların da altına ineceğiz. Atacağınız adımlar, Türk futbolunda her şeye etki edebilir. Sporda şiddetten milli takıma, her şeyi daha iyi durumda görmek istiyoruz. Bunun için inisiyatif almalı, gerekeni yapmalısınız.

9 Şubat 2011 Çarşamba

KÜÇÜK BİR ADIM

Sporun Oscarları sayılan Laureus Ödülleri dağıtıldı. 2010 yılının en iyilerine ödüllerinin verildiği geceye ilgi büyüktü. Yılın en iyi sporcuları, erkeklerde İspanyol tenisçi Rafael Nadal, kadınlarda Amerkalı kayakçı Lindsey Vonn oldu. Buraya kadar her şey normal. Bizim kendi adımıza üzüleceğimiz, "ahlar vahlar" çekeceğimiz bir durum yok. Beni ilgilendiren, diğer ödüller."Yaşam Boyu Başarı", "Sporun Ruhu" ve "Spor İçin İyilik" başlıkları altındaki ödülleri sırasıyla Fransız efsane futbolcu Zinedine Zidane, Avrupa Ryder Cup Takımı ve Beyrut Maratonu'nun düzenleyicisi May El-Khalil kazandı.

Sporun insan hayatındaki önemini kavrayan insanoğlu, daha sağlıklı nesiller yetiştirmek ve ülkelerine katma değer sağlamak için kafa yoruyor. Karşılığında bir dolu umut yaratıyor. Birileri de bu çabayı ödüllendiriyor. Kilit kelime bu : çaba. Hep aynı sorunların etrafında gezinmekten, asıl faydalı olana bir türlü el atamıyoruz. Bu yüzden art arda 3 kez aday olduğumuz yaz olimpiyatlarına rezil olmamak için senelerdir artık aday bile olmuyoruz. Erzurum'da gerçekleşen Universiad belki kış olimpiyatları için bir ümit ışığı olabilir diye umuyoruz.

Organizasyonun en güzel kısmı ise gündüz yapılan, efsanelerin gösteri maçıydı. Steve McManaman, Lucas Radebe, Christian Karembeu, Marcel Desailly gibi yıldızlar hala büyük bir heyecanla, çocukların geleceği için bir araya gelip, bu güzel oyunu sevenleri için sergiliyorlar. Ben beklerdim ki, Türkiye'den de ünlü bir oyuncu, mesela Hakan Şükür, bu organizasyonun bir parçası olsun. Ama bizim sporcularımız (futbolcularımız) kariyerlerini bitirir bitirmez bir spor (futbol) programında bıktıran geyikler yapmayı ya da politikada kişisel fayda için bir yerlere gelmeyi daha önemli buluyorlar. Bu durum böyle devam ettikçe olanın üstüne bir şeyler koyamamaya, varlığından sadece kendimizin haberdar olduğu küçücük dünyamızda birbirimizi yemeye devam ederiz. Sportif başarıdan daha önemli olan, insani başarılardır. Bu da, kafamızı kaldırıp etrafımızda ne olup bittiğinden haberdar olmakla ve ihtiyacı olan insanlara dokunabilmekle olur.

7 Şubat 2011 Pazartesi

ENTERESAN BİR ADAM

Fenerbahçe Spor Kulübü amatör branşlarda tarihinin en başarılı dönemlerini yaşıyor. İşi ehillerine teslim eden Aziz Yıldırım, bunun karşılığını Avrupa'da elde edilen galibiyetlerle alıyor. Kadın voleybol ve basketbol takımları ile erkek basketbol takımının mükemmel kadrolarını (Taurasi olayına rağmen) iyi hocalarla birleştirip, bir de bunun üstüne başarılı yöneticiler ekleyince, hedefe adım adım yaklaşıyorlar. Bunların hepsi güzel. Ama Aziz Yıldırım dayanamıyor. Özellikle futbol takımıyla ilgili yaptığı hamlelerle kendisi hakkında düşünülen fikirlerin haksız olmadığını gösteriyor. Hakemlerle ilgili söyledikleri, oda basmaları, kendisine sorulan en basit soruları bile tersleyerek cevaplaması,... Bütün bunlar üst düzey bir yöneticinin yapmaması gereken hareketler. Takımını çok seviyor olabilir, ama o kulüp her şekilde büyük.

Aykut Kocaman'ı geçen sene sportif direktör yaptığında, diğer branşlarda gerçekleştirilen devrimin futbolda da olabileceğine inananlar, sene sonunda hayal kırıklığına uğradılar. Bu, Aykut Kocaman'ı teknik direktörlüğe hazırlamak için hazırlanan bir zeminse, bunu Christoph Daum'a da açıklamak gerekirdi. O zaman, sene başında yaşanan skandal da (Christoph Daum'un antremana çıkması) gerçekleşmezdi. Önce Şampiyonlar Ligi, sonra Avrupa Ligi ön elemelerinde yaşanan başarısızlıklara kılıf aramakla geçen vakitlerini yeni bir vizyon yaratmaya harcasalardı, ilerisi için daha ümitli konuşabilirdim. Ama bu sene Fenerbahçe'nin Süper Lig'i kazanması gerçeklerin üzerini örtmekten başka bir işe yaramayacak.

Büyüklük bazen hiçbir şey söylemeden sadece işini yapmaktır. Sizi takdir edecek insanlar elbet bulunur. Daha çok bağıranın daha çok kazandığını zannedenler, varlığını sadece kendilerinin bildiği dünyalarında debelenip dururlar.

3 Şubat 2011 Perşembe

NOKTA ATIŞI

Transferi yöneticiler mi yapmalı, yoksa teknik direktör mü? Takımın içinde olmak eksikleri görebilmek için yeterli mi, yoksa dışarıdan bir göz gerekir mi? Bugün dünyanın en iyi takımlarından Real Madrid, tek bir forvete bağlı oynamanın sıkıntısını Gonzalo Higuain'in sakantlanmasıyla bir kez daha gördü. İstediğiniz kadar paranız olsun, planlı bir şekilde çalışmazsanız, beklemediğiniz anda büyük sıkıntılarla karşılaşabilirsiniz. Emmanuel Adebayor'un takımında oynayamaması onlar için büyük şans oldu. Aksi takdirde, kalitelerine uygun bir golcüyü bulmaları çok zordu. Üç kulvarda devam ettikleri mücadelelerine hedeflerine ulaşamadan veda edebilirlerdi. Hala edebilirler, ama en azından şimdilik yeni bir silahları var.

Ben birlikte hareket edilmesini düşünenlerdenim. Zaten elinizde Jose Mourinho yoksa, duruma el atmak durumundasınız. Türkiye'de ona da karışılırdı ya, neyse! Yönetimlerin sezon öncesi (artık bir önceki sezonun ortasında) yapacakları çalışmalarda takımlarının öncelikli ihtiyaçlarını belirlemesi ve bunu teknik adamla paylaşıp görüş alışverişinde bulunmaları gerekiyor. Türkiye'de bir teknik direktörün yarınının ne olacağını bilemediğimizi düşününce, söylediklerimiz havada kalıyor. Ama bu durum bizi doğru yoldan ayırmamalı. Gerçekçi hedefler belirlerseniz, ki Şampiyonlar Ligi veya Avrupa Ligi'nde son 16 şu anda en gerçekçisi gibi, buna ulaşmak için göstermeniz gereken eforu da bilirsiniz. Yanlış transferlerle ne bütçenizi ne de takımınızın kimyasını bozmazsınız. 

Sportif direktör dediğiniz kişiden tam olarak ne beklediğinizi kendisiyle paylaşmazsanız, sizi "yönlendirdiği" yerden memnun kalmamanız onun suçu olmaz. Bir takımın her zaman eksikleri olur. Ama yaratılan düzenin parçaları, bütünlüğü bozmamak için gerekli çabayı sarf etmeli ve eksikleri dışarıya yansıtmamak için var güçleriyle çalışmalı. Yoksa, Türkiye'de sorunlar bitmez. Önemli olan, bilinçli bir grubun maksimum faydaya ulaşmak için izlenmesi gereken stratejinin farkında olmasıdır.

1 Şubat 2011 Salı

PARA KONUŞUR

Ara transfer dönemi Avrupa'da büyük bir hareketlilikle geçti. Başarılı olma potansiyelleriyle küçük takımlardan büyük takımlara geçen oyuncular bir tarafta; zamanında büyük bedeller ödenerek alınmasına rağmen, ihtiyaçlara cevap veremediği ya da misyonunu tamamladığı için daha küçük takımlara geçen oyuncular diğer tarafta. En tepede ise, zaten piyasaları olup, şu anda para basan kulüplere geçen oyuncular var. Son olarak Fernando Torres, Chelsea'ye geçerek bütün dünyanın gözünü tekrar Premier Lig'e çevirdi. Bir de üstüne haftasonu oynanacak olan Chelsea-Liverpool maçı heyecanı ikiye katladı. Sporda pazarlamanın önemini görebilmek için güzel bir fırsat. Premier Lig bu konuda "en iyi" olduğunu bir kez daha kanıtladı. Aslında her şey Barcelona'yı yenebilmek için, biliyorum! Ama La Liga daha birkaç sene daha Barcelona ve Real Madrid'in mücadelesine sahne olacak gibi. Ligi cazip kılan şey daha çok takımın mücadelenin içine girmesi. İngiltere'de en azından para yoluyla 1-2 takım daha yaratıldı. Taraftar zaten olaya ayrı bir hava katıyor. 

Fernando Torres transferi bir kez daha gösterdi ki, artık günümüz futbol dünyasında "forma aşkı" denen kavram devre dışı. Kulübüyle özdeşleşen oyuncusu sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. Belki o oyuncular da büyük takımlarda oynadıkları için başka takımlara gitme gereğini duymuyorlar; ama aidiyet duygusu başka bir şey. Francesco Totti veya Alessandro del Piero aklıma ilk gelenler. Francesco Totti uzun yıllar Şampiyonlar Ligi göremedi. Alessandro Del Piero ikinci lige düştüklerinde bile gemisini terk etmedi. Bu hareketler bu oyuncuları o kulüplerin tarihine kazıyor.

Türk takımlarının transferde yaptıkları (daha doğrusu yapamadıkları) ise takdire şayan. Enteresan olan; yukarıda ikinci bölümde bahsettiğimiz oyunculardan (büyük takımdan küçük takıma geçenler) bazılarının zamanında takımlarımızla isimleri çok anılmasına rağmen, gittikleri takımların bizim takımlarımızdan (bizim bakış açımıza göre) daha hedefsiz olmaları. Bunun en önemli sebepleri, alıştıkları ülkeden veya düzenden ayrılmak istememeleri ve beklentilerinin de düşmesi olabilir. Aileler de bu konuda çok önemli bir etken. Bütün bunları göz önüne alarak, içinde bulundukları sezonda gelecek sezonun çalışmalarını yapmak ve işlerini son güne bırakmamak en akıllı davranış olur. 

28 Ocak 2011 Cuma

AR-GE EKSİKLİĞİ

Türkiye Kupası'nda grup maçları bitti. Kimine göre sürpriz, kimine göre değil, birçok sonuç alındı. Ama her zamanki gibi, tam "Türk işi" bir olay gerçekleşti. Çeyrek finaller için yapılan kura çekiminde aynı gruptan çıkan bütün takımlar birbirleriyle eşleşti. Dünyada kupa kura çekimlerinde pek görülemeyecek bir olay; ama konu Türkiye olunca, olan bitene şaşırmıyorsunuz. Basit bir kura çekimini bile anlaşılamayacak hale sokmak bize özgü bir davranış olsa gerek.

Olay bununla bitse, iyi. Kupa finalinin nerede oynanacağı daha yeni belli oldu. Kayseri bu final için doğru karar olabilir. Ama bunun bile bir adabı olmalı. Kupanın ilk tur maçları başlarken finalin yeri belli olmalı. Belki başaramayacaklar; ama kupa finalinin kendi şehrinde oynanacağını bilen bir takım, hangi ligden olursa olsun, daha farklı motive olur. En azından maça ayrı bir heyecan getirir. Bunu da beceremiyoruz. Yani neresinden tutarsanız, elinizde kalan bir sistem. Her şeyi "Nasıl olsa hallederiz" ruh haliyle yaptığımız için, plansızlık hayatımızın bir parçası olduğu için, bir adım ileriye gidemiyoruz. Gittiğimizi zannediyoruz, ama kendimizi kandırıyoruz.

Son sekize kalan takımlardan sadece birinin Süper Lig dışı olması da üzerinde düşünülmesi gereken bir sorun. Tek maçlı eleminasyon sistemi her zaman sürprizlere açıktır. O maça çıkan alt lig takımı, neyi varsa sahaya yansıtıp, maçı kazanmaya oynar. Bu yüzden Avrupa'da (özellikle Fransa'da) kupa finallerinde alt liglerden takımlar görürüz. FA Cup maçları her İngiliz takımının ve taraftarlarının Premier Lig'den bir takımı eleme hayalleri kurduğu maçlardır. Büyük bir takımla eşleşmekten mutluluk duyarlar. Şehir canlanır. Bunu da incelemeye üşeniyoruz. Rekabeti ve insanların oyuna olan sevgisini canlandırmak istiyorsanız, bu detaylara biraz daha dikkat etmenizi öneririm.

26 Ocak 2011 Çarşamba

TEK YUMRUK

Türk Telekom Arena'nın açılışında yaşananları unutmak çok zor. Taraftar da bunu unutturmamak adına, geçtiğimiz hafta Taksim'de bir protesto yürüyüşü yaptı. Bu yürüyüşe baskılı rejim ve terbiyesizliğe karşı çıkan bütün futbolseverler katıldı. Güzel bir mozaik oluştu. Bu ülkede bir şeyleri düzeltecek bir grup varsa, yine sporseverlerin içinden çıkacak gibi göründü. Başbakan ise, kendi aleyhine olan bir protestoyu hoşgöremediği için, yürüyüşün arkasında kimin olduğunu merak ettiğini söyledi? Hangi dış mihraklardı bunlar? Zannedersiniz ki, bu insanlar kendi başlarına hiçbir eylemde bulunamazlar. Hep birilerinin ateşlemesiyle patlarlar. Böyle düşünmeye devam edin. Önemsemediğiniz bu insanlar bir gün sizi çok şaşırtacak. 

Beni en çok irrite eden, kendisi konuşurken arkasından sırıtan bakanlarının durumuydu. Her zamanki gibi "Siz nasıl emrederseniz, efendim" modunda oldukları için, kendi doğrularını bile unutuyorlar. Her ortamda çok iyi taraftar olduklarını belirten kişiler, çıkarlarına (para ve mevki ile orantılı) ters düşen bir durum olduğunda, her an sizi satmaya hazırlar. Ama futbol çok büyük bir sosyal olgudur. Bu yüzden sürekli o stadlarda olmak için can atıyorsunuz. Kendinizi göstermek, daha çok tanınmak ve gerekirse, oradaki işadamlarıyla iş bitirmek için. Sonuncusu en önemlisi. Tabii ki yöneticilerin de amacı aynı. Onlar da sizin orada olmanızdan gayet memnun oluyorlar. İşlerini görüyorlar. Ama hiçbiriniz oraya yakışmıyorsunuz. 

Bu yürüyüş bir kez daha gösterdi ki, "sporda şiddet" dediğiniz şeyi de yaratan aslında taraftarlar değil. Ne geçim derdi, ne stres atma. Hiçbiri şiddeti çağrıştırmıyor onlar için. Gerekirse, rakibiyle omuz omuza verip haksızlığa karşı tek yumruk oluyorlar. Futbol seyircisi öncelikle takımının varoluşuna aşık. Bu aşk için gerekli bedeli de ödüyor. Bu aşkı kavga ve dövüşle bozan, onu satın alabileceğini düşünen varlıklar kendilerini her yerde ele veriyor.     

25 Ocak 2011 Salı

FIRTINA ÖNCESİ SESSİZ VE DERİNDEN

Trabzonspor ikinci yarının ilk haftasında berabere kaldı. Şimdi çok bilenler yine başlayacaklar: "Stresi kaldıramazlar, baskı çok olur, vs.". Bursaspor geçen seneki havasından nispeten uzak. Fenerbahçe zar zor bir galibiyet aldı. Beşiktaş ligin en kötü takımlarından birini yendi. Galatasaray deseniz, ite kaka ilerlemeye çalışıyor. Bir tek Kayserispor sessiz sedasız geliyor. Becerebilirlerse, sürprizi Shota Arveladze'nin öğrencileri yapacak. Böyle bir durumda, Trabzonspor'un ligin ilk devresinde yarıladığı yolu tamamlayamayacağını düşünmek çok büyük bir hata. Başında çok önemli bir lider, sahada her an her şeyi değiştirebilecek yetenekte, herkesin takımında görmek isteyeceği oyuncular var.

Medya için heyecanın devam etmesi önemli. Arkadan gelen takımlar lideri ne kadar rahatsız ederse, onlara da o kadar malzeme çıkacak. Türkiye'de bir yerlere çıkabilmek için tepedekini indirmeye çalışmak maalesef yadsınamayacak bir gerçek. Trabzonspor kötünün iyisi değil, gerçekten çok iyi. Tek sıkıntısı olabilir: deli kanı durmayan taraftarı. Yılların getirdiği şampiyonluk özlemi onların her maça daha büyük bir heyecanla gelmelerini sağlıyor. Heyecanlarını, oyunun sıkıştığı anlarda, oyuncuların üzerine yansıtmamayı beceremiyorlar. Onları da anlayışla karşılamak lazım. "Biz böyleyiz. Değişemeyiz" diyebilirler. Buna rağmen, sanırım sonunda aklı selim galip gelecek.

Bu şehir, oyuncularını şampiyonluğa doğru ittirmeye devam edecek. Bu hafta Fenerbahçe'ye de yenilebilirler. Bu gayet olası bir sonuç. Önemli olan, zor durumlarda birbirlerine kenetlenmeleridir.     

22 Ocak 2011 Cumartesi

HARİÇTEN GAZEL OKUYANLAR

Türk sporundaki insan yetiştirme problemimizin bir örneğini dün akşamki Beşiktaş-Bucaspor maçında bir kez daha yaşadık. Bucaspor Teknik Direktörü Samet Aybaba ligin güçlü takımı Beşiktaş karşısında takımının yediği gollerden sonra oyuncularının ailelerinin hatrını soruyordu! Kendisinde bu hakkı nasıl bulduğu bir yana, davranışının sportif ahlaka ne kadar uyduğunun farkında mıdır acaba? Tabii ki, onu da zannetmiyorum. Birilerinin bunu kendisine hatırlatmasını, gerekirse cezalandırmasını isterdik; ama bu da ülkemizde imkansıza yakın bir durum. Futbolun emekçileri aslında her şeyin farkındalar. Bir şey yapamamalarının sebebi; arkalarını kollayacak, haklarını tam anlamıyla verecek birilerinin olmadığını bilmeleridir. Böyle olunca da, yedikleri laflar, söyleyenin yanına kar kalıyor.

Sporcu özel biri olmalıdır. Vücuduna iyi bakmasının yanı sıra, zihnini de iyi çalıştırmalıdır. Kendisine bu konuda yol gösterilmelidir. Bunu yapacak kişilerin başında antrenörü gelmelidir. Oyuncuyu sadece saha içinde değil, saha dışında da "kazanan" birine dönüştürmelidir. Yönetim kurulları biraz daha geniş çaplı düşünebilseler, takımlarının başına getirecekleri kişilerin özelliklerine daha fazla dikkat ederler. Ama günü kurtarmak, yaşanmış hatalardan ders almamak insanımızın değişmeyen özelliklerinden olduğu için, bizim için her an "deja vu". Olmuyorsa, zorlamanın anlamı yok. Bunu anlamıyorlar. 

Türk futbolunun kurtuluş reçetesinde genç, yenilikçi, araştırmacı eğitmenler yazılı. Bunu gerçekleştirmek çok zor değil. Neden uygulanmadığı ise bir muamma. Yıllar geçtikçe aynı yerlerde takılıp kalmamız, günü yakalayamamamız, uzayıp gidenlerin arkalarından bakakalmamıza sebep oluyor. Birileri bunun farkına varırsa ve işlerinin hakkını verirse, hepimiz için çok iyi olacak.    

20 Ocak 2011 Perşembe

KONTROL MEKANİZMASI

Günümüz futbolunda taraftarın önemi çok büyük. Kulübün maddi gelirleri içinde en değerli varlıkların başında geliyor. Ama taraftara sadece bu gözle bakmanın çok büyük bir hata olduğunu ancak gerçeklerin acı yüzüyle öğreniyor yöneticiler. Tek tip taraftar yaratma isteği doğanın kanununa aykırı. Oraya bir amaç için gelen insanlar ortak paydada buluşabiliyor; ama farklı tepkiler göstermeleri gayet doğal. Özellikle bilet fiyatlarını yüksek tutup belli gelir düzeyindeki (göreceli olarak daha yumuşak tepki verecekleri düşünülen) insanları tribüne çekerek, olacakları önleyemiyorsunuz. İnsanlar yanlış gördükleri şeylere, bir de üzerine para veriyorlarsa, negatif bir reaksiyon göstermekte haklılar.

TT Arena'da yaşanan olaylardan sonra Adnan Polat'ın söyledikleri yenilir yutulur cinsten değildi. Yıllardır takımını her koşulda destekleyen taraftarının demokratik hakkını hiçbir şiddete başvurmadan göstermesine tahammül edemedi. Üstüne bir de ajitasyon yaparak, bütün suçu oradaki insanlara attı. Taraftar arasında da ayrılık vardı. İşte burada başka bir durum devreye giriyor. Galatasaray'ın en önemli taraftar grubu Ultraslan'ın olaylar karşısındaki duruşu bir belirsizlik içeriyordu. Orada gösterilen tepki, bir devlet görevlisinin böylesine büyük bir kurumu ve o kurumun başkanını aşağılamasıydı. Burada Ultraslan da gerekli etkiyi yaratsa, herkesin tek ses olduğunu gösterilirdi. O zaman kimse "300-500 kişi" saçmalığına giremez; orada isyanın toplu bir yansıması olduğu, hiçbir kavram karmaşasına mahal vermeden, hissettirilirdi.

Taraftar grupları gerçekten ne kadar etkili? Yaptıkları hareketler bütün taraftarları bağlar mı? Önemli olan, aynı frekansta buluşabilmek. Takım iyi gittiği sürece problem yok. Ama sıkıntılar başladığında yaptıkları, olayın akışını bir anda değiştiriyor. Sağduyulu bir yaklaşım, çözüme önayak olabilir. Herkes aynı şeyi düşünmeyebilir. Ama tepkinin havasını soluyup, bunu destekleyip desteklemeyeceğini öngörebilir. Markalaşmış taraftar gruplarının asıl kuruluş amaçlarını unuttuğu durumlar olabiliyor. Önemli olan, bunun farkına bir an önce varmak. Takımın üst sıralara tırmanması için, arkasında sağlam duran ve onları başarıya itecek total bir yapıya ihtiyacı var.  

17 Ocak 2011 Pazartesi

BEN SANA "BAŞKAN OLAMAZSIN" DEMEDİM

Dilin kemiği yok. Ağzınızdan çıkanı kulağınız duyacak. Ne güzel söylemişler. TOKİ Başkanı bu iki cümlenin anlamını yeterince algılayamamış olmalı ki, hayatı boyunca unutamayacağı bir gecenin baş kahramanı oldu. O gece o muhteşem stada giden binlerce taraftarın önceliği, aşık olduğu renklerin bunca yıldır hak ettikleri güzellikteki mekanda dalgalanmasını izlemekti. Bunu yaptıkları için de kimseye biat etmeyecek bir topluluktu. Ama bunu anlayamayanların başında kulüp başkanının gelmesi acınılacak bir durumdur. Orada bulunan kişilerin siyasi görüşü ne olursa olsun, Galatasaray her zaman siyaset üstü bir kurumdur. Onu kendilerine alet etmek isteyenler, gereken tepkiyi her zaman alır.

Galatasaray'ın bu duruma düştüğünü görmek acı veriyor. Yıllardır yaşadığı borç sıkıntısının bir türlü düzeltilememesi, borca girerken işin içinde olanların "Borçtan çıkarmak için çırpınıyoruz" nidaları ve en nihayetinde Başbakan'ın kulübe bir şeyler bağışladığını belirtmesi. Kendisine bunu söyleme hakkını kim veriyor? Kendisini alkışlayan herkese "benim milletim", protesto edenlere "ne idüğü belirsizler". Sonra tehditler başlıyor. "Yolu bitirmeyiz. Stadı geri alırız..." O yolu yapmak senin görevin. Galatasaray Başkanı'nın vecizeleri daha farklı. Islıklayanların Galatasaraylılığını sorgulamak, kombinelerini iptal etmekle tehdit etmek, bir nevi fişlemek. Devlet Bakanları ise başka bir alem. Yaptıkları yalakalığın sınırı yok. "Bu adama böyle yapılır mı?"sından "Galatasaraylılığımı donduruyorum"culara, bir sürü gereksiz adam. Sizin gibiler sayesinde bu takım bu stada sahip olacaksa, hemen geri alın. Sizin gibiler olmayınca Galatasaray büyüklüğünden bir şey kaybedecek sanıyorsanız, kendinizi kandırıyorsunuz. 

Son söz Adnan Polat'a... 5 sene önce takım adına para toplayan ikinci adam herkesin kalbindeydi. Bunları yaparken tabii ki beklentileri vardı. Bugün bu kulübün başkanı, ama belki de en sevilmeyeni. Para kazanabilirsiniz, mevki sahibi olabilirsiniz; ama insan olmak istiyorsanız, çok çalışmalısınız.       

14 Ocak 2011 Cuma

ISITMALI YEDEK KULÜBESİ

Kadro derinliği takımlarımız için büyük bir sıkıntı. Kadrodaki kalite sürekli olarak dile getirilen, ama çözümünde çok zorlanılan bir detay. Herkes sahaya 11 kişi çıkıyor. Ama kenarda bekleyen 7 oyuncunun öncelikli görevi, oyuna girmeye her an hazır olmak ve aksayan bölgelere gerekli dokunuşları yapmak. Oturdukları koltuklar ısıtmalı olduğundan beri biraz daha koltuğa gömülmeye başladılar. Özellikle büyük takımların yedek kulübelerine bakıldığında hemen durum değerlendirmesi yapabiliyorsunuz. İki soru sormanız yeterli. Bu oyuncu bu takımın kadrosunda olmasa, takım ne kaybeder? Oyuncu başka herhangi bir takımın kadrosunda olsa, nasıl olup da o takımda oynadığını (yeteneğinin buranın üzerinde olduğunu) sorgular mıyız? İkinci bölümde olan oyuncular zaten hemen sivrilip kendilerini iyi bir yere atıyorlar. Ama bizdeki sorun genelde birinci bölüme olanların çokluğu. Bu tip oyuncular bir şekilde (genelde 1 sezonluk ortalama üstü oyunlarıyla) büyük takıma gelip, kadroda yer işgal ediyorlar. Teknik direktörün zorda kaldığı durumlarda istemeden de olsa sahaya sürdüğü, ama sahaya çıkınca ne yapacağını bilemeyen, yaptıkları ve özellikle yapamadıklarıyla taraftarı çıldırtan kişiler oluyorlar. Yöneticiler bu konudaki başarısızlıklarını elbet görüyorlardır, ama günümüz şartlarında bu oyuncuların aldıkları ücret makul (!) kabul edildiğinden, kadroda bulunmaları onlara çok fazla dokunmuyor. Sonuçta takım ileri gidemiyor. Yapılan bütün yatırımlar boşa gidiyor.

Bu oyuncuları layık oldukları yere vakit kaybetmeden gönderirseniz, sürekli hayalini kurduğunuz altyapıdan oyuncu çıkarma konusunda bir aşama kaydedebilirsiniz. O koltukların doldurulması gerekiyorsa, bari o formanın değerini küçük yaşta öğrenen gençler tarafından doldurulsun. İsim vermek belki yanlış, ama futbola küçük yaşta başlamış bir çocuğun Selçuk Şahin veya Barış Özbek kadar olması yeterli değil. O çocuk da kendini sahada hayal ederken, bu kişilerden pas almayı değil, bu kişiler yerine pas vermeyi hayal ediyordur. Derin ve yetenekli bir kadro istiyorsak, altyapıdaki eğitimi olabilecek en iyi şekle çevirmemiz gerekiyor. Belki bir "La Masia" veya "De Toekomst" olamazsınız, ama çocukların hayal güçlerinin bir yerlerde tıkanmasını engellersiniz.



   

12 Ocak 2011 Çarşamba

KARAKTER SINAVI

Ali Sami Yen Stadyumu'nun kapanış günü birçok güzelliğe sahne oldu. Eski efsanelerin maçıyla, taraftarın gönlünde yer etmiş birçok oyuncu son kez sahaya çıkarak, bu kulübe yaptıkları hizmetlerin ödülünü bir kez daha aldılar. Onlardan sonra sahaya çıkanlardan bazıları ise neden orada olduğu sorgulanan kişiler. Buna sebep, takımın gelen giden tüm oyuncularıyla iki buçuk senedir sürekli geriye doğru gitmesi. Öncelikli konu, takımın başarısı için sahada verilen mücadele. Teknik yeterliliği geçtim, fiziksel olarak buna muvaffak olamamaları asıl düşündüren.  

Arda Turan, 2006-2007 sezonuyla başlayan mücadelesinde, sahada sarf ettiği eforla liderlik özelliklerini gösteriyordu. 2009-2010 sezonunda kaptan olması beni hiç şaşırtmadı. Ama yıllarca kaptanlarının büyüklüğüyle bilinen takımın iki sezondur çok düşük bir performans sergilemesinde kendisinin de büyük hataları var. Zor zamanlarda dümenin başında olamayışı, uzun süren sakatlıkları ve magazinel bir figür olma yolunda ilerleyişi, kendisini insanların gözünde küçültüyor. En büyük yıldızının bu halde olduğu bir takımın geri kalanın durumu ise insanı şaşırtmıyor. Zor duruma düştüğünde, Türkiye'de çektiği sıkıntıyı, üzerindeki baskıyı anlatması ve yurtdışına (özellikle Liverpool'a) gitme isteği komik bir görüntü yaratıyor. Yurtdışındaki en büyük yıldızların bile en önemli özelliklerinin çok çalışma ve istikrar olduğunu düşünürsek, bizimkilerin daha kat etmesi gereken çok yol var.

İyi oyuncu olabilirsiniz. Kendinizi çok farklı yerlerde de görebilirsiniz. Ama büyük oyuncu olmak farklıdır. Taraftar, saha kenarında takımı yöneten ikilinin, bu yaşlarında bile, sahadakilerden daha iyi iş yapabileceğini düşünüyor. Sizin için asıl acı olan budur.

11 Ocak 2011 Salı

SICAK ÜLKENİN GARİP İNSANLARI

Neredeyse her ülkenin insanlarıyla ilgili garip önyargılarımız vardır. Futbolda da böyle. Kuzeyden gelen soğukkanlıdır, hava toplarında etkilidir. Alman disiplinlidir. Akdenizli biraz daha bizdendir (3 tarafı farklı denizlerle çevrili bir ülke nasıl Akdenizli oluyorsa!). En enteresanları ise Brezilyalılar sanırım. 1994 yılı Fenerbahçe için bir milat oldu. Dünya Şampiyonu olan Brezilya'nın teknik direktörü Carlos Alberto Parreira ile anlaşan sarı-lacivertliler, forma renklerinin ve yıllardır süregelen taraftar beklentilerinin etkisiyle kendilerini bir anda Brezilya'nın Türkiye şubesi ilan etti. 2004'te Alex de Souza'nın gelmesiyle ise Özerk Brezilya Bölgesi, Kadıköy'de kurulmuş oldu! Kendisi Türk futboluna gelen en iyi yabancı oyunculardan biri oldu. Ülkeye ve takımına daha çok Brezilyalı oyuncunun gelmesi içinse önayak oldu. Avrupa liglerinde ise bu ülkenin en iyileri oynuyor. Bu oyuncular burada kazandıkları tecrübeyi milli takıma da aktardıkları için, artık 1970 Brezilyası'nı kimse aramıyor.

Oyun mantalitesi olarak Avrupa'yı yakalayan bu oyuncular, şu sıralar garip bir süreçten geçiyor. 30'unu aşan oyuncular (bazıları 30'una bile gelmeden) ülkelerine dönmek için gün sayıyorlar. Biraz sıkıya geldiklerinde yelkenleri suya indiriyor, aldıkları inanılmaz paraları unutup, ülkelerinin onlara kucak açmasını umuyorlar. Bugün Ronaldinho'nun ülkesine dönmesi, Adriano'nun durdurulamaz bir düşüş sergilemesi, Elano Blumer'in gidene kadar bir türlü gülmeyen yüzü gibi örnekler artık bu ülke oyuncuları hakkında sabitleşen bir fikir oluşturuyor (Cassio Lincoln'ü söylemeye gerek bile duymadım). Her takımın ülkeye uyum sağlamış bir Alex bulup, diğerlerini onun etrafında şekillendirme lüksü yok, ki bunun da pek faydalı bir yöntem olmadığı görüldü.

Son Dünya Kupası'nda da görüldü ki, İspanya'yı en iyi olduğu için ayrı bir yere koyarsak, Hollanda gibi sert ve disiplinli oynayan takımlar artık iş yapıyor. Kulüpler de bu yapıya dönüyor (yine Barcelona'yı bir kenara koyalım). Inter'in geçen sezonki başarısı da buna örnekti. Bu yapıya uymayan oyuncular, ne kadar yetenekli olursa olsunlar, evlerinin yolunu tutacaklar. Bu sayede Brezilya Ligi de farklı bir şeyler arayanlar için ekranlarda iyi bir yer edinebilir.     

8 Ocak 2011 Cumartesi

ASLA YALNIZ YÜRÜMEYECEK

Liverpool teknik direktörü Roy Hodgson'ın çok önemli bir FA Cup maçı öncesi görevine son verildi ve yerine kulübün evladı Kenny Dalglish geçici olarak getirildi. Ne kadar tanıdık, değil mi? Neredeyse aynı durumu Galatasaray bu sene yaşadı. Aradaki tek fark; Gheorghe Hagi'ye kimse geçici olarak getirildiğini söylemedi. Çünkü Türkiye'de işler bu şekilde yürümez. Önce teknik adamın arkasında durulur. Beceremeyeceği belli olduğunda, ki anlaşılmaması çok zordur, yerine yenisi araştırmaya başlanır. Sezon sonunda kendisine iyi yolculuklar dilenir. Ama işin garibi, teknik adam yeni sezon için çalışmalar yapmıştır. Karşı taraftan hiç böyle bir niyet sezmemiştir. Çıkabildiği bütün programlarda, aslında kalsa, 2-3 senede neler başaracağını anlatır. Tipik bir Türk usulü yönetim şekli. Peki, doğru olan bu mudur? Sadece günü kurtarmaya odaklandığınızın belgesidir bu hareketler. Liverpool bu yüzden Liverpool'dur. Tam 20 yıldır Premier Lig'i kazanamayan bu büyük kulüp, istikrar adına 6 yıl Gérard Houllier (şu anda Aston Villa'da küme düşme tehlikesi yaşıyor), 6 yıl da Rafael Benitez'le (Inter'de yeni yılı göremedi) çalıştı. Bu dönemde bir UEFA Kupası, bir Şampiyonlar Ligi Kupası kazandı, bir de Şampiyonlar Ligi finali oynadı. Şimdi Kenny Dalglish'e bu göreve "geçici" olarak geldiğini söylüyorlar. Çünkü Liverpool için en iyisini istiyorlar ve bunu başarmak için sağlam bir araştırma yapmaları ve çaba göstermeleri gerektiğini biliyorlar. Bu zor zamanda da güvenebilecekleri tek adamın emektar Dalglish olduğunu gösterip, kendisine de saygılarını sunuyorlar. Galatasaray yönetimi ise önceki yıllarda benzer durumda kendisini şampiyon yapan Cevat Güler'in gönlünü almayı bile beceremedi.

Kısaca; iyi araştırıp, sağlam kararlar vermek gerekiyor. Uzun dönemli planları her şartı göz önünde bulundurarak yapmak ve planların gerçekleşmesi için buna can-ı gönülden inanmak gerekiyor. En önemlisi, korkmamak gerekiyor. Çünkü iyi niyetle yaptığınız işin doğruluğuna gerçekten inanıyorsanız, kaybettiğinizi zannettiğiniz zamanlarda bile aslında bir şeyler kazanıyorsunuzdur. Bunu sorumlu olduğunuz insanlara doğru bir şekilde anlatırsanız, her türlü olumsuzluğa rağmen, tahmin edemeyeceğiniz büyüklükte bir destek görebilirsiniz.      

7 Ocak 2011 Cuma

BEKLENTİ

Galatasaray'ın artık farklı bir bakış açısıyla yönetildiği aşikar. Adnan Polat, bundan sadece 5 sene önce başlattığı yardım kampanyasıyla o zaman çok zor durumda olan kulübüne duyduğu sevgiyi farklı bir şekilde göstermişti. Bu jestler tabii ki karşılıksız kalmamamlıydı. Gün geldi, Adnan Polat, Galatasaray'a başkan oldu. Çok iyi bir ikinci adam olan Polat, yıllardır hayalini kurduğu yerdeydi belki de. Ama birinci adam olmak farklıdır. Zor zamanlarda sağlam kararlar alınmasını gerektirir. Galatasaray ise kendisinin başkanlığı zamanında çok kötü günler geçirdi ve hala geçirmekte. Basketbol takımındaki forma skandalı, başarılı yöneticilerin kulüpten uzaklaştırılması, Adnan Sezgin'e duyulan, ama sebebi bir türlü anlaşılamayan güven, yaşanılan sıkıntılardan sadece birkaçı. Yıllar önce projesinin kitapçık olarak dağıtıldığı, ancak bir türlü yapımına başlanamayan stadın, devletin yardımıyla onun zamanında başlaması, kendisinin en büyük şansıydı. O da bunu kullanmak istiyor. Stadın açılışında kulübün başkanı olarak, bu onuru başkasına bırakmak istemiyor. Ama işin garibi, büyük ihtimalle sadece Türk Telekom Arena açıldığı zamanki başkan olarak hatırlanacak. Bu kulüp 14 sene şampiyon olamadığı zamanları da gördü. Ama taraftarın takımından bu kadar kopuk olduğu bir başka sezon oldu mu, bilmiyorum.   

Şimdi ara transfer zamanı. Yönetim de ilk yarıdaki fiyaskoyu daha fazla yaşamamak için bazı oyuncular alıyor. Colin Kazım'ın transferi her ne kadar tepki yaratsa da, bir oyuncunun saha dışında yaptıkları sahadaki performansını etkilemediği müddetçe bir sıkıntı yaratmaması gerekir. Ayrıca, Colin Kazım kendisini kanıtlamak zorunda. Bunun için çok uğraşacaktır. Ama Zvjezdan Misimovic'in uzaklaştırılma şekli, yapılan hareketin tutarsızlığını gösteriyor. Yani neresinden tutsanız, elinizde kalıyor. Juan Emmanuel Culio'ya ise bir şey söylemek yersiz. Nicolas Anelka'nın bonusu (!) olarak gelen Franck Ribéry'nin neler yaptığını hatırlatmaya gerek yok. Yetenek sahada belli olur. Lafta kalırsa, hiçbir önemi yok. Bu ülkeye ne önemli oyuncular geldi. Üste para verilip gönderildiler.

6 Ocak 2011 Perşembe

SAYGI

UEFA Hakem Komitesi Üyesi Jaap Uilenberg hakemlerimize eğitim veriyor. Yıllardır aldıkları kararlarla maçların önüne geçen hakemler artık daha farklı bir yolda ilerliyorlar. Zaten son zamanlarda Cüneyt Çakır'la yükselen ivmenin sebeplerinden birinin bu eğitimler olduğunu kabul etmek gerekir. Eksikler yok mu? Hala var. Ama minimuma indirilmek için çalışılıyor. İşte tam bu noktada Antalya'da TSYD'nin düzenlediği seminerde Jaap Uilenberg'in anlattıkları bir dönüm noktası olabilir. Artık itirazın her türlüsü (protesto, sarı kart isteği,...) sarı kartla cezalandırılacak. Yani oyuncunun ruh hali, vücut dili falan önemli değil. Çünkü ayrım yapmakta çok zorlanılıyor.

Bütün bunların tek bir dayanağı var: saygı. Oyuna, rakibe, seyirciye,... Bu oyuna bir tarafından dahil olan herkese. Kurallar uygulanmazsa, Türk hakemliği ve Türk futbolunun asla UEFA seviyesine çıkamayacağını da belirtiyor, ki bu çok önemli bir sonuç. Artık "bir ileri iki geri"ler yok. Zaten son zamanlarda çok fazla reyting aldığını da zannetmiyorum bu tip programların. İnsanlar farklı şeyler istiyor. Daha geniş bakış açıları bekliyor. Belki bu sayede birkaç adım ileri atabiliriz. Asıl önemlisi, futbolumuzun saygınlığını arttırabiliriz. Tabii, bu yasak ne kadar uygulanır? Yapılacak bir yanlış değerlendirme, sonradan olacaklara örnek teşkil eder mi? Bunlar işin gri bölgeleri. Tek umudumuz; bu sağduyuya, futbolcusundan yöneticisine ve taraftarına, herkesin bir an önce ulaşması. Biliyoruz ki bu sektörde kavgadan beslenen bazı gruplar var. Ama artık bu ayrık otlarını temizlemenin vakti gelmedi mi? Bunu başardığımız an, eminim ki herkes daha fazla keyif alacak.       

5 Ocak 2011 Çarşamba

ANTALYA TATİLİ

Devre arasını Antalya'da geçirmek takımlarımız için vazgeçilmez bir ritüel. Yetkililer Avrupa'dan da birçok takımın kamp için geleceğini her sene söylerler, ama tam rakamı hiçbir zaman söyleyemezler. Söyledikleri de çoğu zaman tutarsız ve yanlış olur. Ama olsun. Bize söylenenlerin doğru olduğunu kabul eder, turist akının büyüsüyle kendimizi avuturuz. Ama gelenler çoğu zaman Alman orta sınıf takımları olduğu için, bizim için farklı bir durum yoktur. Asıl sorun, Antalya'da kalma süremizin uzunluğu. Bu kadar uzun bir devre arası tatili hiçbir ligde yok. Premier Lig'de yılın ilk günü bile maç olması, onların işlerine ve onları izleyenlere olan saygısını gösteriyor. Haftada 2 veya 3 maç oynayan İngiliz takımları, bir de Avrupa'da devam ediyorlar. Bizde o da yok.

En iyi antrenman maçtır halbuki. Sporcunun gerekli fiziksel duruma ulaşması için arayı uzatmaması şart. Ne kadar antrenman programı verilirse verilsin, Türkiye'de bunu hakkıyla uygulayan kimbilir kaç oyuncu vardır? Bir de transfer olma durumu varsa, konsantrasyon kaybı muhtemel. Bütün bu şartların ışığında, bir takım ne kadar ileri gidebilir? İlk yarıda yapılan hataların iyi analiz edilmesi lazım. Bunun bilincinde olması gereken oyuncular ikinci devreye nasıl hazırlandıklarını hepimize gösterecekler. Ama her zaman olan "İkinci yarı daha yeni başladı. Yeni arkadaşlarla birbirimize alışmaya çalışıyoruz. Yoğun antrenmanlar yaptık..." tipinde cümleler çoğalmaya başlarsa, hiçbir şey değişmemiş demektir. Biz yine üzerine bir şey konmamış futbolu izlemeye devam ederiz. 

Yayıncı kuruluş dua etsin, mücadele artıp puanlar birbirine yaklaşsın. Aksi halde, Trabzonspor ve Bursaspor alır başını gider. Taraftar ilk önce güzel futbol izlemek istiyor. Bu yüzden Premier Lig'in orta sırasındaki takımların maçlarının reytingi bile Spor Toto Süper Lig'in liderinin maçını geçiyor.     

3 Ocak 2011 Pazartesi

GELEN, GİDENİ ARATMASIN!

Biraz önce Sarunas Jasikevicius'un Fenerbahçe Ülker'le sözleşme imzaladığını internette alt başlıklardan birinde gördüm ve çok şaşırdım. Bundan 5 sene önce bu olay gerçekleşseydi, belki yer yerinden oynardı. Ama bugün olması da yapılan işin önemini azaltmıyor. Bu sene Ricardo Quaresma'nın gelişiyle başlayan büyük transferlere bir yenisi eklendi. Türkiye, Beşiktaş'ın başlattığı ivmeyle, yeniden büyük oynayan bir güç olma yolunda ilerliyor. Görünen eksiklik, yapılan büyük transferlerin yanına onları tamamlayıcı oyuncuların tam olarak yerleştirilememesi. Beşiktaş Cola Turka, Allen Iverson gibi dev bir isme rağmen, bu sorunu en çok yaşayan takım. Bir de üzerine sebebi tam olarak belli olmayan ekonomik problemler gelince, Beşiktaş Cola Turka'nın durumu daha da zorlaşıyor. Fenerbahçe Ülker ise zaten iyi bir takım. Sarunas Jasikevicius, Roko Ukic'in aldığı sorumluluğu paylaşacak, rotasyonda önemli yeri olan bir oyuncu. Bu açıdan bakıldığında, Fenerbahçe Ülker gücüne güç kattı. Yıllardan beri süregelen ekonomik istikrarlarını doğru yatırımlarla kalıcı hale getirmeye çalışıyorlar. Artık bir şeyler kazanma vakti.

Benim derdim, başta da söylediğim gibi, bu oyuncuların doğru zamanda Türkiye'ye gelmelerinin sağlayamamamız. En büyük sorun olan parayı bir şekilde çözüyoruz. Allen Iverson belki çok uç bir örnek, ama en azından basketbolda Avrupa'dan kalburüstü bir oyuncunun Türkiye'ye gelmemesi için artık hiçbir problem yok.

Futbola dönersek... Sorunu yine biz yaratıyoruz. Vicente del Bosque'yi, Frank Rijkaard'ı, Guus Hiddink'i (hem de en tepede olduğu 2 dönemde de) getiriyoruz. Ancak onlardan ne beklediğimizi tam olarak anlatamadığımız veya beklentilerimiz gerçekçi olmadığı için çok kısa bir sürede yollarımızı ayırmak zorunda kalıyoruz. Biz gerçekten ne istediğimizi biliyor muyuz? İstediklerimizin gerçekleşmesi için gerekli altyapıyı hazırlıyor muyuz? Köklü bir değişime hazır mıyız? 

Tuttuğumuz takım bizim için hiçbir şekilde terk edilemeyecek sevgilimiz gibi. Yöneticiler için de öyle sanırım. Bir fark, onlar sevgililerine daha pahalı hediyeler alıyorlar. Ama görünen o ki, iyi bir aile danışmanı olmadıkça, bu hastalıklı sevgi hepimize zarar verecek. Daha sağlıklı temellere oturtulmuş bir yapı kurmalıyız. Bu sene yaşatılan heyecanlar 5 sene sonra güzel birer anı olarak kalmamalı. O zaman geldiğinde elimizde bazı ödüller olmalı. Büyük ödüller. Sonuçta, bunu kazanamadığınız müddetçe, onca zorlukla getirilen bu adamların da burada daha fazla durması için bir sebep yok. Onun için, biraz daha sabır. Avrupa'nın Katar'ı değil, Yeni Dünya'sı olalım.