19 Aralık 2012 Çarşamba

ANALİZ-İ AZİZ

Kimin ne dediği hiç umrumda değil. Ben iyi bir gözlemci olduğuma inanırım. Karşımdaki insanın iyi veya kötü niyetini rahatlıkla anlayabileceğime inanırım. Bu piyasada da kimin "doğru", kimin "yanlış" adam olduğunu az çok görebiliyorum. Futbol sevdamın temeli 1980'li yılların ikinci yarısını geride bırakalı çok oldu. O zamanlar öğlen maçları, yarı yarıya tribünler, futbolcu kaçırmalar falan vardı. Enteresan demeçleriyle Ali Şen vardı. Arada güzel güldürürdü. Tabii ki teşvik primleri, devletin futbol üzerindeki eli gibi olgular da ortaya çıkmıştı. Çünkü buradaki rant yeni yeni büyümeye başlamıştı. Peki şimdi ne var? Şimdi herkesten ve her şeyden kudretli olduğunu sanan bir Aziz Yıldırım var! O yılları da görmüş gerçi. Futbol Şube Sorumluluğu yapıyormuş. Resimlere bakınca fark ediliyor. Ama bugünlerin hırsını biriktirmiş içinde. Fazla ön plana çıkmamış.

Dün geceki konuşmasıyla bir kez daha gündeme oturdu. Uzun zamandır sesinin çıkmamasını mahkeme sonuçlarının açıklanmasının yaklaşmasına bağlıyorum. Gerçi mahkemeden çıkınca da açıklayacaklarıyla ülkeyi sarsacağını söylüyordu, sonucun ne olduğunu hep beraber gördük. Sanırım iki kere başkanlıktan istifa etti. Milletin peşinden ağlayıp geri çağırmasını bekledi. O paraları ödeyecek başka bir salak olmadığı için de geri geldi. Zaten kurduğu yapı ile yönetim onun hakkıdır. Gelen adamın da hesabın içinden çıkabileceğini sanmıyorum. Neyse, gelelim dünkü konuşmalara. Kim "psikolojik üstünlük" demişse, iyi halt etmiş! Arkadaşın eline yeni bir oyuncak verildi. "Galatasaraylılar 12 yıldır UEFA Kupası'nı konuşuyor" denilirken (sanki bu kupayı kazanmak çok kolay bir şeymiş ve her sene bir Türk takımı kupanın ucundan dönüyormuş gibi), beyler 10 senedir "6-0" demekten bir adım öteye gidemedi. Karakter eksikliği olduğunu düşünüyorum zaten, ama bu kadar kompleksli olması araştırılmaya değer. İsviçreli bilim adamlarını göreve davet ediyorum! Zaten aklı selim Fenerbahçe taraftarları olan bitenden ne kadar rahatsız olduklarını hemen belli ettiler. Onu alkışlayan şakşakçıları yine yanlışları görmek istemeyenler.

Şunu anlamakta çok zorlanıyorum. Hayatındaki tek değer Fenerbahçe olan birine nasıl sağlıklı bir insan gözüyle bakabilirsiniz? Ben de takımımı seviyorum veya benden çok daha tutkuyla bağlı milyonlarca insan vardır tabii ki. Ama sağlıklı bir düşünce yapısına sahip her insanın önceliğinde insan sevgisi vardır, aile vardır, huzurlu bir yaşam vardır, vs.

Bu adam kendisinden bir efsane yaratmaya çalışıyor. "Bizi bitirmeye çalışıyorlar" diyor, "İşin içinde cemaat var" diyor, "Siz hepiniz, ben tek" diyor. Hastalıklı bir anlayıştan başka bir şey değil. Allah'tan Fenerbahçe yönetimin içinde yine âkil adamlar var da, adamın ne halt olduğunu biliyorlar. Yüzüne karşı bir şey diyemiyorlar belki, ama bu durum birçok işletmede, hatta devlette bile olan bir şeydir.

Sonuca gelirsek... Mahallede top oynarken en uyuz olduğumuz velet topun sahibi olurdu, değil mi? Biz en iyisi buna da topunu verelim, nerede oynayacaksa oynasın! Zira bu velet daha fazla çekilmez.

11 Aralık 2012 Salı

MİLÂT

Spor medyamızın severek kullandığı bir kelimedir, "lejyoner". Tam olarak doğru anlamıyla kullandıklarından emin değilim, ama biz daha çok "paralı asker" manasında kullanırız. İşte bu tanıma en uygun kişilerin oyuncular değil, bazı taraftarlar olduğu Galatasaray ile Beşiktaş arasında oynanan tekerlekli sandalye basketbol maçında bir kez daha görüldü. Seyirci anlamında en kaliteli sporların başında gelen basketbola son 10 yılda dadanan futbol seyircisi bu sporu da çirkinleştirmeyi başardı. Bu seyircileri yöneticilerin beslediğini hepimiz biliyoruz. Ama yarattıkları canavarın sonunda kendilerini yok edeceğinin henüz farkında değiller.

İşine gelmeyeni görmeyen, duymayan, konuşmayan Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç eminim ki bu konuda esip gürleyecektir. Ama bekliyorum. Hareket bekliyorum. Parayla tuttukları adamlara hadlerini bildirmelerini bekliyorum. Spor sahalarını gerçek sporseverlere açmalarını umuyorum.

Yöneticiler ve politikacılar bize borçlular. Şu ülkede yaşanabilecek en keyifli aktivite olan spor karşılaşmalarına gitmekten bizi alıkoyanlara karşı hiçbir yapmadıkları için. Herkese korku dolu anlar yaşatan adamları bir türlü sindiremedikleri için. Bunların akıllarının ne zaman başlarına geleceğini de biliyoruz. Garibanın biri, Allah korusun, hayatını kaybedecek. Başbakan hepsini hizaya dizecek. Bunlar da gerekli önlemleri alacaklar.

Bir kez olsun şaşırtın bizi! Cesaretli olun ve karar alın! Aldığınız kararı kimseden korkmadan uygulayın! Bunu kendi insanlarınızın iyiliği için ve yapmanız gerektiği için yapacaksınız. Bize bir şey bağışlamıyorsunuz. Bunu unutmayın!

5 Aralık 2012 Çarşamba

AVRUPA REFLEKSİ

Kurulduğu günden beri, yani 20 senedir Şampiyonlar Ligi'ni izliyorum. Gerek Galatasaray'ın, gerekse Avrupa'nın diğer büyük takımlarının bu en büyük arenadaki karşılaşmalarını izlemek her zaman büyük bir keyif ve heyecan oldu benim için. Kalp atışlarım hızlanır. Gözüm hiçbir şey görmez. Star TV'de bizim maçı bitirir, sonra grubun diğer takımlarının maçını banttan izler, o da bitince, gecenin özetlerini beklerdim. Yıllar geçti. Şampiyonlar Ligi daha da büyüdü. Uzun zaman sonra katıldığımız turnuvada yine aynı heyecanla bu akşamki son grup maçını bekliyorum. Ama artan takım sayısı ve D-Smart'ın bir türlü anlaşılamayan yayıncılık anlayışı, benim sadece kendi takımıma konsantre olmamı sağlıyor. Artık diğer maçlarda ne olduğu pek umrumda değil maalesef. Zaten futbolseverlerden ziyade, bahisseverleri daha çok ilgilendirdiğini zannediyorum.

Gelelim bu akşama. Galatasaray yıllarca bu turnuvanın gediklisi oldu. Ama turnuvada daha çok başarısızlıkları ve şanssızlıklarıyla hatırlandı. İyi olduğu sezonda bile turnuvanın fermasyon değişikliklerinin kurbanı oldu. Rakip takımların terör olayları (!) sebebiyle yarattığı anlamsız gerginliklerin ortasında buldu kendini. Sahada futbolcusu polisle, tribünde taraftarı rakip holiganlarla çatıştı! Belki de böylesi anılar daha hatırlanır kıldı bu turnuvayı gözümüzde. En son iyi sezonumuzu 2001-2002 olarak hatırlarsak, çok bekledik. Ama bu sene bir başka.

Her zamanki hataya düşüp, kura çekiminde ballar, lokumlar havada uçuştu ve maçlar başlamadan şeker hastası olduk! Maçlar başladı. 2 maç sonunda alınan 0 puan, salyalarını akıtan medyanın takımın üzerine çullanması için yeterli oldu. Üçüncü maçtan önce yaşanan yağmur her şeyin üzerine tuz-biber ekti. Ama o gün bir dönüm noktasıydı sanki. Deplasmandaki Cluj galibiyetinden sonra Fatih Terim yine lafı gediğine oturtturdu: "TT Arena'da sahaya neyin takıldığını gösterdik: kalite". O gün bize 26 Ekim 1999'daki Hertha Berlin maçını hatırlattı. Bu maç da o maç gibi, bizim dirilişimizdi. Her ne kadar içi saha maçlarında taraftardan yana biraz sıkıntılı olsak da, Manchester United maçı, rakibi o günkü kadrosuna da bakarak, kazanacağımızı önceden hissettiğimiz maçlardandı. Şans artık döndü. Diğer takımların aralarında yaptıkları maçlar da, her büyük turnuvada olduğu gibi, lehimize işledi.

Bu akşam bir sonraki "en kritik 90 dakika"dan önceki son 90 dakika! Dileğim; 9 Aralık 1998'deki Athletic Bilbao maçından farklı olarak, çamura takılan top rakibin önüne düşmesin veya kurtarıcı olarak giren oyuncumuz son dakikada kaleciyle karşı karşıya pozisyonu harcamasın. Geçmişten ders çıkarmakla geçer ömrümüz. İsteğim, bu akşam yepyeni bir geleceğe önayak olsun. Galatasaray'ın kendini tekrar Avrupa'ya hatırlattığı, kendi şansını kendi yarattığı bir gece yaşansın.