8 Eylül 2012 Cumartesi

SELÇUK İNAN SAKİNLİĞİ

Özgüven başka bir şeydir. Takımı bir anda yukarı taşır. Herkeste olmadığı gibi, olan adamı da çok farklı kılar. Türkiye'nin Avrupa sahnesinde basamakları yükselmesi de böyle adamların ortaya çıkmasına rastlar. Genelde takımlarımızın yabancı oyuncularında olan bu özellik, ülkemizde ilk kez Sergen Yalçın'da görüldü. Allah vergisi yeteneğini sadece bir ayağının topa mükemmel vurmasıyla açıklayamayız. "Sergen Yalçın sakinliği"; insan beyni ile ayağının birbiriyle mükemmel uyumu, karşısındaki rakibini gözünde çok büyütmeden hedefe odaklanmak ve oyundan keyif almaktır. Oğuz Çetin'den önce Sergen Yalçın'ı söylememin sebebi, bu durumun miladının milli takımlar bazında 1995-1996 sezonu olması ve birisi kariyerinin sonuna gelirken, diğerinin zirveye doğru gittiği dönemler olmasıdır. Kendini saklayan oyun stilini çok sevmemem de etken olabilir. Aralarında kesinlikle bir fark olduğuna inanıyorum.

Bugün ise aynı sakinlik bambaşka bir formatta ve vücut içinde karşımızda duruyor. Ülkenin en iyi altyapılarından Çanakkale Dardanelspor'dan çıkması bir tesadüf olmamalı. Ayrıca Ersun Yanal'ın ülke futboluna kazandırdığı belki de en güzel şey. Artık "Selçuk İnan sakinliği" diye bir olgu var. Savunmada nerede duracağını, baskıyı nerede arttıracağını, Burak Yılmaz'ın son vuruşa ne zaman hazır olduğunu bilen bir adam var. Türkiye'nin bu oyunda genelde en etkisiz olduğu alanlardan birinde, duran toplarda fark yaratan bir adam var.

Dün akşam Türkiye, karşısında nispeten zayıf bir Hollanda buldu. Hücum olarak yine etkinlerdi, ama Euro 2012'den bile kötü bir Hollanda defansı vardı. Abdullah Avcı'nın tercihleri değişik olmakla beraber, ilk resmi sınavı olması sebebiyle denenmeye değerdi. Ama oyuncu değişikliğine gelince, hatalar birbirini izledi. Benim de zamanında kendisinden çok ümitli olduğum, ama Mesut Özil'in gelişimini gördükçe, ümidimin gitgide kırıldığı Nuri Şahin, Euro 2008'den sonra ne yaptığı konusunda bihaber olduğumuz Mevlüt Erdinç gibi tercihler bizi oyundan düşürdü. İşte burada taşın altına elini koyacak adam lazımdı ve o adam kenarda olan biteni üzüntüyle izliyordu.

Abdullah Avcı, tercihlerinin bu maça özel olduğunu söyledi. Selçuk İnan'ı Estonya maçına "sakladığı" izlenimini aldık! Şimdi işi daha da zor. Salı akşamı aynı kadroyla çıkıp, ne kadar yanlış bir seçim olursa olsun, takımına sahip çıkabilir ya da sahaya Selçuk İnan'ın organize ettiği bir takım sürebilir. Eğer Selçuk İnan'ı yedekten de oyuna sokmazsa, farklı şeyler düşünmemiz çok normal. O zaman da birisi kendisine milli takımda kişisel hırslara yer olmadığını, bu ruh hali ile devam edenlerin başına neler geldiğini hatırlatır umarım. Bunu hatırlatacak olan kişi Yıldırım Demirören olamayacağına göre, Gençlik ve Spor Bakanı'na bir tweet atmakta fayda var!

6 Eylül 2012 Perşembe

HİÇBİR ŞEYİN YOK!

İnsan canının çok önemli olmadığı ülkelerdendir, Türkiye. Zaten devletin en kusursuz hizmetlerinden birisi, ölüm işlemleridir. Sağlığını kimlere emanet ettiğinin tedirginliği ile yaşarsın hep. Bir işe başlamadan önce sağlık raporu istenir. Alınmasının yolu bir şekilde bulunur. Askere gitmeden önce kontrole gidilir. Askeri doktor yüzüne bile bakmaz. Sporcuların kaderi de çok farklı değildir. Spor hayatı 10 yaşında başlayan bir çocuk, lisansı çıkmadan önce ilk tecrübesini yaşar sağlık merkezleriyle. Baştan savma bir kontrolle belgeleri imzalanır ve idmana gönderilir. O artık hocasının sorunudur.

Hocası farkında değildir belki, ama gerçekten büyük bir sorundur. Patlamaya hazır bir bombadır. Günümüzde mücadelenin bu kadar çetin olduğu spor dünyasında bu çocukların hepsi birer değerli mücevher gibi davranılmayı hak ediyorlar. Tabii ki daha medeni ve ahlâki normların gelişmiş olduğu ülkelerde oluyor bu genelde. "Kulüp her şeyden önce gelir" diye ahkâm kesenlerin insanlığın nerede geldiğini hatırlamaları için böyle acı olayların yaşanması gerekir maalesef.

Dün ne yazık ki bir can daha gitti. Otopsi sonuçlanınca, ölüm sebebi anlaşılacak. Belki de çok farklı bir sebep çıkacak. Ama bu bizim hatalarımızı görmemizi engellememeli. Bir an önce federasyonlar ve Gençlik ve Spor Bakanlığı bir araya gelip, yeni bir "Sporcu Sağlık Kontrol Sistemi" geliştirmeli. Yaşananlar her zaman olduğu gibi halının altına süpürülmemeli. Ediz Bahtiyaroğlu'nun yakınları, sevdikleri adamın en azından bir hiç uğruna ölmediğini, Türkiye'de sportif bir devrimin öncüsü olduğunu hissetmeli. Devlet, bunu hem onlara hem de ülkenin spora gönül vermiş bütün gençlerine borçludur.