28 Ocak 2011 Cuma

AR-GE EKSİKLİĞİ

Türkiye Kupası'nda grup maçları bitti. Kimine göre sürpriz, kimine göre değil, birçok sonuç alındı. Ama her zamanki gibi, tam "Türk işi" bir olay gerçekleşti. Çeyrek finaller için yapılan kura çekiminde aynı gruptan çıkan bütün takımlar birbirleriyle eşleşti. Dünyada kupa kura çekimlerinde pek görülemeyecek bir olay; ama konu Türkiye olunca, olan bitene şaşırmıyorsunuz. Basit bir kura çekimini bile anlaşılamayacak hale sokmak bize özgü bir davranış olsa gerek.

Olay bununla bitse, iyi. Kupa finalinin nerede oynanacağı daha yeni belli oldu. Kayseri bu final için doğru karar olabilir. Ama bunun bile bir adabı olmalı. Kupanın ilk tur maçları başlarken finalin yeri belli olmalı. Belki başaramayacaklar; ama kupa finalinin kendi şehrinde oynanacağını bilen bir takım, hangi ligden olursa olsun, daha farklı motive olur. En azından maça ayrı bir heyecan getirir. Bunu da beceremiyoruz. Yani neresinden tutarsanız, elinizde kalan bir sistem. Her şeyi "Nasıl olsa hallederiz" ruh haliyle yaptığımız için, plansızlık hayatımızın bir parçası olduğu için, bir adım ileriye gidemiyoruz. Gittiğimizi zannediyoruz, ama kendimizi kandırıyoruz.

Son sekize kalan takımlardan sadece birinin Süper Lig dışı olması da üzerinde düşünülmesi gereken bir sorun. Tek maçlı eleminasyon sistemi her zaman sürprizlere açıktır. O maça çıkan alt lig takımı, neyi varsa sahaya yansıtıp, maçı kazanmaya oynar. Bu yüzden Avrupa'da (özellikle Fransa'da) kupa finallerinde alt liglerden takımlar görürüz. FA Cup maçları her İngiliz takımının ve taraftarlarının Premier Lig'den bir takımı eleme hayalleri kurduğu maçlardır. Büyük bir takımla eşleşmekten mutluluk duyarlar. Şehir canlanır. Bunu da incelemeye üşeniyoruz. Rekabeti ve insanların oyuna olan sevgisini canlandırmak istiyorsanız, bu detaylara biraz daha dikkat etmenizi öneririm.

26 Ocak 2011 Çarşamba

TEK YUMRUK

Türk Telekom Arena'nın açılışında yaşananları unutmak çok zor. Taraftar da bunu unutturmamak adına, geçtiğimiz hafta Taksim'de bir protesto yürüyüşü yaptı. Bu yürüyüşe baskılı rejim ve terbiyesizliğe karşı çıkan bütün futbolseverler katıldı. Güzel bir mozaik oluştu. Bu ülkede bir şeyleri düzeltecek bir grup varsa, yine sporseverlerin içinden çıkacak gibi göründü. Başbakan ise, kendi aleyhine olan bir protestoyu hoşgöremediği için, yürüyüşün arkasında kimin olduğunu merak ettiğini söyledi? Hangi dış mihraklardı bunlar? Zannedersiniz ki, bu insanlar kendi başlarına hiçbir eylemde bulunamazlar. Hep birilerinin ateşlemesiyle patlarlar. Böyle düşünmeye devam edin. Önemsemediğiniz bu insanlar bir gün sizi çok şaşırtacak. 

Beni en çok irrite eden, kendisi konuşurken arkasından sırıtan bakanlarının durumuydu. Her zamanki gibi "Siz nasıl emrederseniz, efendim" modunda oldukları için, kendi doğrularını bile unutuyorlar. Her ortamda çok iyi taraftar olduklarını belirten kişiler, çıkarlarına (para ve mevki ile orantılı) ters düşen bir durum olduğunda, her an sizi satmaya hazırlar. Ama futbol çok büyük bir sosyal olgudur. Bu yüzden sürekli o stadlarda olmak için can atıyorsunuz. Kendinizi göstermek, daha çok tanınmak ve gerekirse, oradaki işadamlarıyla iş bitirmek için. Sonuncusu en önemlisi. Tabii ki yöneticilerin de amacı aynı. Onlar da sizin orada olmanızdan gayet memnun oluyorlar. İşlerini görüyorlar. Ama hiçbiriniz oraya yakışmıyorsunuz. 

Bu yürüyüş bir kez daha gösterdi ki, "sporda şiddet" dediğiniz şeyi de yaratan aslında taraftarlar değil. Ne geçim derdi, ne stres atma. Hiçbiri şiddeti çağrıştırmıyor onlar için. Gerekirse, rakibiyle omuz omuza verip haksızlığa karşı tek yumruk oluyorlar. Futbol seyircisi öncelikle takımının varoluşuna aşık. Bu aşk için gerekli bedeli de ödüyor. Bu aşkı kavga ve dövüşle bozan, onu satın alabileceğini düşünen varlıklar kendilerini her yerde ele veriyor.     

25 Ocak 2011 Salı

FIRTINA ÖNCESİ SESSİZ VE DERİNDEN

Trabzonspor ikinci yarının ilk haftasında berabere kaldı. Şimdi çok bilenler yine başlayacaklar: "Stresi kaldıramazlar, baskı çok olur, vs.". Bursaspor geçen seneki havasından nispeten uzak. Fenerbahçe zar zor bir galibiyet aldı. Beşiktaş ligin en kötü takımlarından birini yendi. Galatasaray deseniz, ite kaka ilerlemeye çalışıyor. Bir tek Kayserispor sessiz sedasız geliyor. Becerebilirlerse, sürprizi Shota Arveladze'nin öğrencileri yapacak. Böyle bir durumda, Trabzonspor'un ligin ilk devresinde yarıladığı yolu tamamlayamayacağını düşünmek çok büyük bir hata. Başında çok önemli bir lider, sahada her an her şeyi değiştirebilecek yetenekte, herkesin takımında görmek isteyeceği oyuncular var.

Medya için heyecanın devam etmesi önemli. Arkadan gelen takımlar lideri ne kadar rahatsız ederse, onlara da o kadar malzeme çıkacak. Türkiye'de bir yerlere çıkabilmek için tepedekini indirmeye çalışmak maalesef yadsınamayacak bir gerçek. Trabzonspor kötünün iyisi değil, gerçekten çok iyi. Tek sıkıntısı olabilir: deli kanı durmayan taraftarı. Yılların getirdiği şampiyonluk özlemi onların her maça daha büyük bir heyecanla gelmelerini sağlıyor. Heyecanlarını, oyunun sıkıştığı anlarda, oyuncuların üzerine yansıtmamayı beceremiyorlar. Onları da anlayışla karşılamak lazım. "Biz böyleyiz. Değişemeyiz" diyebilirler. Buna rağmen, sanırım sonunda aklı selim galip gelecek.

Bu şehir, oyuncularını şampiyonluğa doğru ittirmeye devam edecek. Bu hafta Fenerbahçe'ye de yenilebilirler. Bu gayet olası bir sonuç. Önemli olan, zor durumlarda birbirlerine kenetlenmeleridir.     

22 Ocak 2011 Cumartesi

HARİÇTEN GAZEL OKUYANLAR

Türk sporundaki insan yetiştirme problemimizin bir örneğini dün akşamki Beşiktaş-Bucaspor maçında bir kez daha yaşadık. Bucaspor Teknik Direktörü Samet Aybaba ligin güçlü takımı Beşiktaş karşısında takımının yediği gollerden sonra oyuncularının ailelerinin hatrını soruyordu! Kendisinde bu hakkı nasıl bulduğu bir yana, davranışının sportif ahlaka ne kadar uyduğunun farkında mıdır acaba? Tabii ki, onu da zannetmiyorum. Birilerinin bunu kendisine hatırlatmasını, gerekirse cezalandırmasını isterdik; ama bu da ülkemizde imkansıza yakın bir durum. Futbolun emekçileri aslında her şeyin farkındalar. Bir şey yapamamalarının sebebi; arkalarını kollayacak, haklarını tam anlamıyla verecek birilerinin olmadığını bilmeleridir. Böyle olunca da, yedikleri laflar, söyleyenin yanına kar kalıyor.

Sporcu özel biri olmalıdır. Vücuduna iyi bakmasının yanı sıra, zihnini de iyi çalıştırmalıdır. Kendisine bu konuda yol gösterilmelidir. Bunu yapacak kişilerin başında antrenörü gelmelidir. Oyuncuyu sadece saha içinde değil, saha dışında da "kazanan" birine dönüştürmelidir. Yönetim kurulları biraz daha geniş çaplı düşünebilseler, takımlarının başına getirecekleri kişilerin özelliklerine daha fazla dikkat ederler. Ama günü kurtarmak, yaşanmış hatalardan ders almamak insanımızın değişmeyen özelliklerinden olduğu için, bizim için her an "deja vu". Olmuyorsa, zorlamanın anlamı yok. Bunu anlamıyorlar. 

Türk futbolunun kurtuluş reçetesinde genç, yenilikçi, araştırmacı eğitmenler yazılı. Bunu gerçekleştirmek çok zor değil. Neden uygulanmadığı ise bir muamma. Yıllar geçtikçe aynı yerlerde takılıp kalmamız, günü yakalayamamamız, uzayıp gidenlerin arkalarından bakakalmamıza sebep oluyor. Birileri bunun farkına varırsa ve işlerinin hakkını verirse, hepimiz için çok iyi olacak.    

20 Ocak 2011 Perşembe

KONTROL MEKANİZMASI

Günümüz futbolunda taraftarın önemi çok büyük. Kulübün maddi gelirleri içinde en değerli varlıkların başında geliyor. Ama taraftara sadece bu gözle bakmanın çok büyük bir hata olduğunu ancak gerçeklerin acı yüzüyle öğreniyor yöneticiler. Tek tip taraftar yaratma isteği doğanın kanununa aykırı. Oraya bir amaç için gelen insanlar ortak paydada buluşabiliyor; ama farklı tepkiler göstermeleri gayet doğal. Özellikle bilet fiyatlarını yüksek tutup belli gelir düzeyindeki (göreceli olarak daha yumuşak tepki verecekleri düşünülen) insanları tribüne çekerek, olacakları önleyemiyorsunuz. İnsanlar yanlış gördükleri şeylere, bir de üzerine para veriyorlarsa, negatif bir reaksiyon göstermekte haklılar.

TT Arena'da yaşanan olaylardan sonra Adnan Polat'ın söyledikleri yenilir yutulur cinsten değildi. Yıllardır takımını her koşulda destekleyen taraftarının demokratik hakkını hiçbir şiddete başvurmadan göstermesine tahammül edemedi. Üstüne bir de ajitasyon yaparak, bütün suçu oradaki insanlara attı. Taraftar arasında da ayrılık vardı. İşte burada başka bir durum devreye giriyor. Galatasaray'ın en önemli taraftar grubu Ultraslan'ın olaylar karşısındaki duruşu bir belirsizlik içeriyordu. Orada gösterilen tepki, bir devlet görevlisinin böylesine büyük bir kurumu ve o kurumun başkanını aşağılamasıydı. Burada Ultraslan da gerekli etkiyi yaratsa, herkesin tek ses olduğunu gösterilirdi. O zaman kimse "300-500 kişi" saçmalığına giremez; orada isyanın toplu bir yansıması olduğu, hiçbir kavram karmaşasına mahal vermeden, hissettirilirdi.

Taraftar grupları gerçekten ne kadar etkili? Yaptıkları hareketler bütün taraftarları bağlar mı? Önemli olan, aynı frekansta buluşabilmek. Takım iyi gittiği sürece problem yok. Ama sıkıntılar başladığında yaptıkları, olayın akışını bir anda değiştiriyor. Sağduyulu bir yaklaşım, çözüme önayak olabilir. Herkes aynı şeyi düşünmeyebilir. Ama tepkinin havasını soluyup, bunu destekleyip desteklemeyeceğini öngörebilir. Markalaşmış taraftar gruplarının asıl kuruluş amaçlarını unuttuğu durumlar olabiliyor. Önemli olan, bunun farkına bir an önce varmak. Takımın üst sıralara tırmanması için, arkasında sağlam duran ve onları başarıya itecek total bir yapıya ihtiyacı var.  

17 Ocak 2011 Pazartesi

BEN SANA "BAŞKAN OLAMAZSIN" DEMEDİM

Dilin kemiği yok. Ağzınızdan çıkanı kulağınız duyacak. Ne güzel söylemişler. TOKİ Başkanı bu iki cümlenin anlamını yeterince algılayamamış olmalı ki, hayatı boyunca unutamayacağı bir gecenin baş kahramanı oldu. O gece o muhteşem stada giden binlerce taraftarın önceliği, aşık olduğu renklerin bunca yıldır hak ettikleri güzellikteki mekanda dalgalanmasını izlemekti. Bunu yaptıkları için de kimseye biat etmeyecek bir topluluktu. Ama bunu anlayamayanların başında kulüp başkanının gelmesi acınılacak bir durumdur. Orada bulunan kişilerin siyasi görüşü ne olursa olsun, Galatasaray her zaman siyaset üstü bir kurumdur. Onu kendilerine alet etmek isteyenler, gereken tepkiyi her zaman alır.

Galatasaray'ın bu duruma düştüğünü görmek acı veriyor. Yıllardır yaşadığı borç sıkıntısının bir türlü düzeltilememesi, borca girerken işin içinde olanların "Borçtan çıkarmak için çırpınıyoruz" nidaları ve en nihayetinde Başbakan'ın kulübe bir şeyler bağışladığını belirtmesi. Kendisine bunu söyleme hakkını kim veriyor? Kendisini alkışlayan herkese "benim milletim", protesto edenlere "ne idüğü belirsizler". Sonra tehditler başlıyor. "Yolu bitirmeyiz. Stadı geri alırız..." O yolu yapmak senin görevin. Galatasaray Başkanı'nın vecizeleri daha farklı. Islıklayanların Galatasaraylılığını sorgulamak, kombinelerini iptal etmekle tehdit etmek, bir nevi fişlemek. Devlet Bakanları ise başka bir alem. Yaptıkları yalakalığın sınırı yok. "Bu adama böyle yapılır mı?"sından "Galatasaraylılığımı donduruyorum"culara, bir sürü gereksiz adam. Sizin gibiler sayesinde bu takım bu stada sahip olacaksa, hemen geri alın. Sizin gibiler olmayınca Galatasaray büyüklüğünden bir şey kaybedecek sanıyorsanız, kendinizi kandırıyorsunuz. 

Son söz Adnan Polat'a... 5 sene önce takım adına para toplayan ikinci adam herkesin kalbindeydi. Bunları yaparken tabii ki beklentileri vardı. Bugün bu kulübün başkanı, ama belki de en sevilmeyeni. Para kazanabilirsiniz, mevki sahibi olabilirsiniz; ama insan olmak istiyorsanız, çok çalışmalısınız.       

14 Ocak 2011 Cuma

ISITMALI YEDEK KULÜBESİ

Kadro derinliği takımlarımız için büyük bir sıkıntı. Kadrodaki kalite sürekli olarak dile getirilen, ama çözümünde çok zorlanılan bir detay. Herkes sahaya 11 kişi çıkıyor. Ama kenarda bekleyen 7 oyuncunun öncelikli görevi, oyuna girmeye her an hazır olmak ve aksayan bölgelere gerekli dokunuşları yapmak. Oturdukları koltuklar ısıtmalı olduğundan beri biraz daha koltuğa gömülmeye başladılar. Özellikle büyük takımların yedek kulübelerine bakıldığında hemen durum değerlendirmesi yapabiliyorsunuz. İki soru sormanız yeterli. Bu oyuncu bu takımın kadrosunda olmasa, takım ne kaybeder? Oyuncu başka herhangi bir takımın kadrosunda olsa, nasıl olup da o takımda oynadığını (yeteneğinin buranın üzerinde olduğunu) sorgular mıyız? İkinci bölümde olan oyuncular zaten hemen sivrilip kendilerini iyi bir yere atıyorlar. Ama bizdeki sorun genelde birinci bölüme olanların çokluğu. Bu tip oyuncular bir şekilde (genelde 1 sezonluk ortalama üstü oyunlarıyla) büyük takıma gelip, kadroda yer işgal ediyorlar. Teknik direktörün zorda kaldığı durumlarda istemeden de olsa sahaya sürdüğü, ama sahaya çıkınca ne yapacağını bilemeyen, yaptıkları ve özellikle yapamadıklarıyla taraftarı çıldırtan kişiler oluyorlar. Yöneticiler bu konudaki başarısızlıklarını elbet görüyorlardır, ama günümüz şartlarında bu oyuncuların aldıkları ücret makul (!) kabul edildiğinden, kadroda bulunmaları onlara çok fazla dokunmuyor. Sonuçta takım ileri gidemiyor. Yapılan bütün yatırımlar boşa gidiyor.

Bu oyuncuları layık oldukları yere vakit kaybetmeden gönderirseniz, sürekli hayalini kurduğunuz altyapıdan oyuncu çıkarma konusunda bir aşama kaydedebilirsiniz. O koltukların doldurulması gerekiyorsa, bari o formanın değerini küçük yaşta öğrenen gençler tarafından doldurulsun. İsim vermek belki yanlış, ama futbola küçük yaşta başlamış bir çocuğun Selçuk Şahin veya Barış Özbek kadar olması yeterli değil. O çocuk da kendini sahada hayal ederken, bu kişilerden pas almayı değil, bu kişiler yerine pas vermeyi hayal ediyordur. Derin ve yetenekli bir kadro istiyorsak, altyapıdaki eğitimi olabilecek en iyi şekle çevirmemiz gerekiyor. Belki bir "La Masia" veya "De Toekomst" olamazsınız, ama çocukların hayal güçlerinin bir yerlerde tıkanmasını engellersiniz.



   

12 Ocak 2011 Çarşamba

KARAKTER SINAVI

Ali Sami Yen Stadyumu'nun kapanış günü birçok güzelliğe sahne oldu. Eski efsanelerin maçıyla, taraftarın gönlünde yer etmiş birçok oyuncu son kez sahaya çıkarak, bu kulübe yaptıkları hizmetlerin ödülünü bir kez daha aldılar. Onlardan sonra sahaya çıkanlardan bazıları ise neden orada olduğu sorgulanan kişiler. Buna sebep, takımın gelen giden tüm oyuncularıyla iki buçuk senedir sürekli geriye doğru gitmesi. Öncelikli konu, takımın başarısı için sahada verilen mücadele. Teknik yeterliliği geçtim, fiziksel olarak buna muvaffak olamamaları asıl düşündüren.  

Arda Turan, 2006-2007 sezonuyla başlayan mücadelesinde, sahada sarf ettiği eforla liderlik özelliklerini gösteriyordu. 2009-2010 sezonunda kaptan olması beni hiç şaşırtmadı. Ama yıllarca kaptanlarının büyüklüğüyle bilinen takımın iki sezondur çok düşük bir performans sergilemesinde kendisinin de büyük hataları var. Zor zamanlarda dümenin başında olamayışı, uzun süren sakatlıkları ve magazinel bir figür olma yolunda ilerleyişi, kendisini insanların gözünde küçültüyor. En büyük yıldızının bu halde olduğu bir takımın geri kalanın durumu ise insanı şaşırtmıyor. Zor duruma düştüğünde, Türkiye'de çektiği sıkıntıyı, üzerindeki baskıyı anlatması ve yurtdışına (özellikle Liverpool'a) gitme isteği komik bir görüntü yaratıyor. Yurtdışındaki en büyük yıldızların bile en önemli özelliklerinin çok çalışma ve istikrar olduğunu düşünürsek, bizimkilerin daha kat etmesi gereken çok yol var.

İyi oyuncu olabilirsiniz. Kendinizi çok farklı yerlerde de görebilirsiniz. Ama büyük oyuncu olmak farklıdır. Taraftar, saha kenarında takımı yöneten ikilinin, bu yaşlarında bile, sahadakilerden daha iyi iş yapabileceğini düşünüyor. Sizin için asıl acı olan budur.

11 Ocak 2011 Salı

SICAK ÜLKENİN GARİP İNSANLARI

Neredeyse her ülkenin insanlarıyla ilgili garip önyargılarımız vardır. Futbolda da böyle. Kuzeyden gelen soğukkanlıdır, hava toplarında etkilidir. Alman disiplinlidir. Akdenizli biraz daha bizdendir (3 tarafı farklı denizlerle çevrili bir ülke nasıl Akdenizli oluyorsa!). En enteresanları ise Brezilyalılar sanırım. 1994 yılı Fenerbahçe için bir milat oldu. Dünya Şampiyonu olan Brezilya'nın teknik direktörü Carlos Alberto Parreira ile anlaşan sarı-lacivertliler, forma renklerinin ve yıllardır süregelen taraftar beklentilerinin etkisiyle kendilerini bir anda Brezilya'nın Türkiye şubesi ilan etti. 2004'te Alex de Souza'nın gelmesiyle ise Özerk Brezilya Bölgesi, Kadıköy'de kurulmuş oldu! Kendisi Türk futboluna gelen en iyi yabancı oyunculardan biri oldu. Ülkeye ve takımına daha çok Brezilyalı oyuncunun gelmesi içinse önayak oldu. Avrupa liglerinde ise bu ülkenin en iyileri oynuyor. Bu oyuncular burada kazandıkları tecrübeyi milli takıma da aktardıkları için, artık 1970 Brezilyası'nı kimse aramıyor.

Oyun mantalitesi olarak Avrupa'yı yakalayan bu oyuncular, şu sıralar garip bir süreçten geçiyor. 30'unu aşan oyuncular (bazıları 30'una bile gelmeden) ülkelerine dönmek için gün sayıyorlar. Biraz sıkıya geldiklerinde yelkenleri suya indiriyor, aldıkları inanılmaz paraları unutup, ülkelerinin onlara kucak açmasını umuyorlar. Bugün Ronaldinho'nun ülkesine dönmesi, Adriano'nun durdurulamaz bir düşüş sergilemesi, Elano Blumer'in gidene kadar bir türlü gülmeyen yüzü gibi örnekler artık bu ülke oyuncuları hakkında sabitleşen bir fikir oluşturuyor (Cassio Lincoln'ü söylemeye gerek bile duymadım). Her takımın ülkeye uyum sağlamış bir Alex bulup, diğerlerini onun etrafında şekillendirme lüksü yok, ki bunun da pek faydalı bir yöntem olmadığı görüldü.

Son Dünya Kupası'nda da görüldü ki, İspanya'yı en iyi olduğu için ayrı bir yere koyarsak, Hollanda gibi sert ve disiplinli oynayan takımlar artık iş yapıyor. Kulüpler de bu yapıya dönüyor (yine Barcelona'yı bir kenara koyalım). Inter'in geçen sezonki başarısı da buna örnekti. Bu yapıya uymayan oyuncular, ne kadar yetenekli olursa olsunlar, evlerinin yolunu tutacaklar. Bu sayede Brezilya Ligi de farklı bir şeyler arayanlar için ekranlarda iyi bir yer edinebilir.     

8 Ocak 2011 Cumartesi

ASLA YALNIZ YÜRÜMEYECEK

Liverpool teknik direktörü Roy Hodgson'ın çok önemli bir FA Cup maçı öncesi görevine son verildi ve yerine kulübün evladı Kenny Dalglish geçici olarak getirildi. Ne kadar tanıdık, değil mi? Neredeyse aynı durumu Galatasaray bu sene yaşadı. Aradaki tek fark; Gheorghe Hagi'ye kimse geçici olarak getirildiğini söylemedi. Çünkü Türkiye'de işler bu şekilde yürümez. Önce teknik adamın arkasında durulur. Beceremeyeceği belli olduğunda, ki anlaşılmaması çok zordur, yerine yenisi araştırmaya başlanır. Sezon sonunda kendisine iyi yolculuklar dilenir. Ama işin garibi, teknik adam yeni sezon için çalışmalar yapmıştır. Karşı taraftan hiç böyle bir niyet sezmemiştir. Çıkabildiği bütün programlarda, aslında kalsa, 2-3 senede neler başaracağını anlatır. Tipik bir Türk usulü yönetim şekli. Peki, doğru olan bu mudur? Sadece günü kurtarmaya odaklandığınızın belgesidir bu hareketler. Liverpool bu yüzden Liverpool'dur. Tam 20 yıldır Premier Lig'i kazanamayan bu büyük kulüp, istikrar adına 6 yıl Gérard Houllier (şu anda Aston Villa'da küme düşme tehlikesi yaşıyor), 6 yıl da Rafael Benitez'le (Inter'de yeni yılı göremedi) çalıştı. Bu dönemde bir UEFA Kupası, bir Şampiyonlar Ligi Kupası kazandı, bir de Şampiyonlar Ligi finali oynadı. Şimdi Kenny Dalglish'e bu göreve "geçici" olarak geldiğini söylüyorlar. Çünkü Liverpool için en iyisini istiyorlar ve bunu başarmak için sağlam bir araştırma yapmaları ve çaba göstermeleri gerektiğini biliyorlar. Bu zor zamanda da güvenebilecekleri tek adamın emektar Dalglish olduğunu gösterip, kendisine de saygılarını sunuyorlar. Galatasaray yönetimi ise önceki yıllarda benzer durumda kendisini şampiyon yapan Cevat Güler'in gönlünü almayı bile beceremedi.

Kısaca; iyi araştırıp, sağlam kararlar vermek gerekiyor. Uzun dönemli planları her şartı göz önünde bulundurarak yapmak ve planların gerçekleşmesi için buna can-ı gönülden inanmak gerekiyor. En önemlisi, korkmamak gerekiyor. Çünkü iyi niyetle yaptığınız işin doğruluğuna gerçekten inanıyorsanız, kaybettiğinizi zannettiğiniz zamanlarda bile aslında bir şeyler kazanıyorsunuzdur. Bunu sorumlu olduğunuz insanlara doğru bir şekilde anlatırsanız, her türlü olumsuzluğa rağmen, tahmin edemeyeceğiniz büyüklükte bir destek görebilirsiniz.      

7 Ocak 2011 Cuma

BEKLENTİ

Galatasaray'ın artık farklı bir bakış açısıyla yönetildiği aşikar. Adnan Polat, bundan sadece 5 sene önce başlattığı yardım kampanyasıyla o zaman çok zor durumda olan kulübüne duyduğu sevgiyi farklı bir şekilde göstermişti. Bu jestler tabii ki karşılıksız kalmamamlıydı. Gün geldi, Adnan Polat, Galatasaray'a başkan oldu. Çok iyi bir ikinci adam olan Polat, yıllardır hayalini kurduğu yerdeydi belki de. Ama birinci adam olmak farklıdır. Zor zamanlarda sağlam kararlar alınmasını gerektirir. Galatasaray ise kendisinin başkanlığı zamanında çok kötü günler geçirdi ve hala geçirmekte. Basketbol takımındaki forma skandalı, başarılı yöneticilerin kulüpten uzaklaştırılması, Adnan Sezgin'e duyulan, ama sebebi bir türlü anlaşılamayan güven, yaşanılan sıkıntılardan sadece birkaçı. Yıllar önce projesinin kitapçık olarak dağıtıldığı, ancak bir türlü yapımına başlanamayan stadın, devletin yardımıyla onun zamanında başlaması, kendisinin en büyük şansıydı. O da bunu kullanmak istiyor. Stadın açılışında kulübün başkanı olarak, bu onuru başkasına bırakmak istemiyor. Ama işin garibi, büyük ihtimalle sadece Türk Telekom Arena açıldığı zamanki başkan olarak hatırlanacak. Bu kulüp 14 sene şampiyon olamadığı zamanları da gördü. Ama taraftarın takımından bu kadar kopuk olduğu bir başka sezon oldu mu, bilmiyorum.   

Şimdi ara transfer zamanı. Yönetim de ilk yarıdaki fiyaskoyu daha fazla yaşamamak için bazı oyuncular alıyor. Colin Kazım'ın transferi her ne kadar tepki yaratsa da, bir oyuncunun saha dışında yaptıkları sahadaki performansını etkilemediği müddetçe bir sıkıntı yaratmaması gerekir. Ayrıca, Colin Kazım kendisini kanıtlamak zorunda. Bunun için çok uğraşacaktır. Ama Zvjezdan Misimovic'in uzaklaştırılma şekli, yapılan hareketin tutarsızlığını gösteriyor. Yani neresinden tutsanız, elinizde kalıyor. Juan Emmanuel Culio'ya ise bir şey söylemek yersiz. Nicolas Anelka'nın bonusu (!) olarak gelen Franck Ribéry'nin neler yaptığını hatırlatmaya gerek yok. Yetenek sahada belli olur. Lafta kalırsa, hiçbir önemi yok. Bu ülkeye ne önemli oyuncular geldi. Üste para verilip gönderildiler.

6 Ocak 2011 Perşembe

SAYGI

UEFA Hakem Komitesi Üyesi Jaap Uilenberg hakemlerimize eğitim veriyor. Yıllardır aldıkları kararlarla maçların önüne geçen hakemler artık daha farklı bir yolda ilerliyorlar. Zaten son zamanlarda Cüneyt Çakır'la yükselen ivmenin sebeplerinden birinin bu eğitimler olduğunu kabul etmek gerekir. Eksikler yok mu? Hala var. Ama minimuma indirilmek için çalışılıyor. İşte tam bu noktada Antalya'da TSYD'nin düzenlediği seminerde Jaap Uilenberg'in anlattıkları bir dönüm noktası olabilir. Artık itirazın her türlüsü (protesto, sarı kart isteği,...) sarı kartla cezalandırılacak. Yani oyuncunun ruh hali, vücut dili falan önemli değil. Çünkü ayrım yapmakta çok zorlanılıyor.

Bütün bunların tek bir dayanağı var: saygı. Oyuna, rakibe, seyirciye,... Bu oyuna bir tarafından dahil olan herkese. Kurallar uygulanmazsa, Türk hakemliği ve Türk futbolunun asla UEFA seviyesine çıkamayacağını da belirtiyor, ki bu çok önemli bir sonuç. Artık "bir ileri iki geri"ler yok. Zaten son zamanlarda çok fazla reyting aldığını da zannetmiyorum bu tip programların. İnsanlar farklı şeyler istiyor. Daha geniş bakış açıları bekliyor. Belki bu sayede birkaç adım ileri atabiliriz. Asıl önemlisi, futbolumuzun saygınlığını arttırabiliriz. Tabii, bu yasak ne kadar uygulanır? Yapılacak bir yanlış değerlendirme, sonradan olacaklara örnek teşkil eder mi? Bunlar işin gri bölgeleri. Tek umudumuz; bu sağduyuya, futbolcusundan yöneticisine ve taraftarına, herkesin bir an önce ulaşması. Biliyoruz ki bu sektörde kavgadan beslenen bazı gruplar var. Ama artık bu ayrık otlarını temizlemenin vakti gelmedi mi? Bunu başardığımız an, eminim ki herkes daha fazla keyif alacak.       

5 Ocak 2011 Çarşamba

ANTALYA TATİLİ

Devre arasını Antalya'da geçirmek takımlarımız için vazgeçilmez bir ritüel. Yetkililer Avrupa'dan da birçok takımın kamp için geleceğini her sene söylerler, ama tam rakamı hiçbir zaman söyleyemezler. Söyledikleri de çoğu zaman tutarsız ve yanlış olur. Ama olsun. Bize söylenenlerin doğru olduğunu kabul eder, turist akının büyüsüyle kendimizi avuturuz. Ama gelenler çoğu zaman Alman orta sınıf takımları olduğu için, bizim için farklı bir durum yoktur. Asıl sorun, Antalya'da kalma süremizin uzunluğu. Bu kadar uzun bir devre arası tatili hiçbir ligde yok. Premier Lig'de yılın ilk günü bile maç olması, onların işlerine ve onları izleyenlere olan saygısını gösteriyor. Haftada 2 veya 3 maç oynayan İngiliz takımları, bir de Avrupa'da devam ediyorlar. Bizde o da yok.

En iyi antrenman maçtır halbuki. Sporcunun gerekli fiziksel duruma ulaşması için arayı uzatmaması şart. Ne kadar antrenman programı verilirse verilsin, Türkiye'de bunu hakkıyla uygulayan kimbilir kaç oyuncu vardır? Bir de transfer olma durumu varsa, konsantrasyon kaybı muhtemel. Bütün bu şartların ışığında, bir takım ne kadar ileri gidebilir? İlk yarıda yapılan hataların iyi analiz edilmesi lazım. Bunun bilincinde olması gereken oyuncular ikinci devreye nasıl hazırlandıklarını hepimize gösterecekler. Ama her zaman olan "İkinci yarı daha yeni başladı. Yeni arkadaşlarla birbirimize alışmaya çalışıyoruz. Yoğun antrenmanlar yaptık..." tipinde cümleler çoğalmaya başlarsa, hiçbir şey değişmemiş demektir. Biz yine üzerine bir şey konmamış futbolu izlemeye devam ederiz. 

Yayıncı kuruluş dua etsin, mücadele artıp puanlar birbirine yaklaşsın. Aksi halde, Trabzonspor ve Bursaspor alır başını gider. Taraftar ilk önce güzel futbol izlemek istiyor. Bu yüzden Premier Lig'in orta sırasındaki takımların maçlarının reytingi bile Spor Toto Süper Lig'in liderinin maçını geçiyor.     

3 Ocak 2011 Pazartesi

GELEN, GİDENİ ARATMASIN!

Biraz önce Sarunas Jasikevicius'un Fenerbahçe Ülker'le sözleşme imzaladığını internette alt başlıklardan birinde gördüm ve çok şaşırdım. Bundan 5 sene önce bu olay gerçekleşseydi, belki yer yerinden oynardı. Ama bugün olması da yapılan işin önemini azaltmıyor. Bu sene Ricardo Quaresma'nın gelişiyle başlayan büyük transferlere bir yenisi eklendi. Türkiye, Beşiktaş'ın başlattığı ivmeyle, yeniden büyük oynayan bir güç olma yolunda ilerliyor. Görünen eksiklik, yapılan büyük transferlerin yanına onları tamamlayıcı oyuncuların tam olarak yerleştirilememesi. Beşiktaş Cola Turka, Allen Iverson gibi dev bir isme rağmen, bu sorunu en çok yaşayan takım. Bir de üzerine sebebi tam olarak belli olmayan ekonomik problemler gelince, Beşiktaş Cola Turka'nın durumu daha da zorlaşıyor. Fenerbahçe Ülker ise zaten iyi bir takım. Sarunas Jasikevicius, Roko Ukic'in aldığı sorumluluğu paylaşacak, rotasyonda önemli yeri olan bir oyuncu. Bu açıdan bakıldığında, Fenerbahçe Ülker gücüne güç kattı. Yıllardan beri süregelen ekonomik istikrarlarını doğru yatırımlarla kalıcı hale getirmeye çalışıyorlar. Artık bir şeyler kazanma vakti.

Benim derdim, başta da söylediğim gibi, bu oyuncuların doğru zamanda Türkiye'ye gelmelerinin sağlayamamamız. En büyük sorun olan parayı bir şekilde çözüyoruz. Allen Iverson belki çok uç bir örnek, ama en azından basketbolda Avrupa'dan kalburüstü bir oyuncunun Türkiye'ye gelmemesi için artık hiçbir problem yok.

Futbola dönersek... Sorunu yine biz yaratıyoruz. Vicente del Bosque'yi, Frank Rijkaard'ı, Guus Hiddink'i (hem de en tepede olduğu 2 dönemde de) getiriyoruz. Ancak onlardan ne beklediğimizi tam olarak anlatamadığımız veya beklentilerimiz gerçekçi olmadığı için çok kısa bir sürede yollarımızı ayırmak zorunda kalıyoruz. Biz gerçekten ne istediğimizi biliyor muyuz? İstediklerimizin gerçekleşmesi için gerekli altyapıyı hazırlıyor muyuz? Köklü bir değişime hazır mıyız? 

Tuttuğumuz takım bizim için hiçbir şekilde terk edilemeyecek sevgilimiz gibi. Yöneticiler için de öyle sanırım. Bir fark, onlar sevgililerine daha pahalı hediyeler alıyorlar. Ama görünen o ki, iyi bir aile danışmanı olmadıkça, bu hastalıklı sevgi hepimize zarar verecek. Daha sağlıklı temellere oturtulmuş bir yapı kurmalıyız. Bu sene yaşatılan heyecanlar 5 sene sonra güzel birer anı olarak kalmamalı. O zaman geldiğinde elimizde bazı ödüller olmalı. Büyük ödüller. Sonuçta, bunu kazanamadığınız müddetçe, onca zorlukla getirilen bu adamların da burada daha fazla durması için bir sebep yok. Onun için, biraz daha sabır. Avrupa'nın Katar'ı değil, Yeni Dünya'sı olalım.