31 Aralık 2010 Cuma

2011 YIL DAHA İNSANCA YAŞAYABİLMEK İÇİN

İnsanoğlu yaşadığı 2011 yılın muhakemesini yapmalı. Yıllar geçtikte insanlar arasında artan refah farkı, eşitlikçi bir yönetim sözüyle işbaşına gelenlerin başarısızlığını ortaya koyuyor. Soğuk Savaş'ın ardından sahnede bir süre yalnız kalan ABD ile baş edebilmek için ortaya çıkan AB, asla tek devlet gibi hareket edemeyeceğini anlamaya başlıyor. Art arda yaşanan ekonomik krizler AB ülkelerinde yaşayan insanların birbirlerine olan güvenlerini sarsıyor, saygılarını yok ediyor. ABD yine dünyaya hükmediyor ve herkesi istediği şekle sokuyor. Bunca sıkıntının tam anlamıyla "arasında" kalan Türkiye, dünyayı hiçbir zaman belirlenemeyen bir sayıda yıl geriden takip ediyor. Yaptığımız neredeyse bütün işlerde teknolojinin, altyapının, sanayinin ve eğitilmiş insan gücünün eksikliğini hissediyoruz. Bunları başka ülkelerden sağlamak zorunda kalıyoruz. Sonra yeni jenerasyonlarımıza duyduğumuz güvensizlik su yüzüne çıkıyor ve olduğumuz yerde saymaya devam ediyoruz.

Bu ülkenin genç nüfusundan bahsedilir her zaman. Bunun ülkeye yarattığı avantajdan. Kullanamadıktan sonra ne işe yarayacak? Gün ortasında caddelere bakarsanız, insanların nelerle uğraştığını anlayabilirsiniz. Bu ülkeye katma değer sağlayacak aktivitelere yönlendirmediğimiz müddetçe, genç nesli değerlendiremezsiniz. Avrupa'nın bize muhtaç olması safsatası, 50 yıl önce kendilerine gönderdiğimiz dedelerinin yerine fabrikalarında torunlarını çalıştırmak için mi, yoksa büyük beyinlerimizi kendi geleceklerine bir yön vermede kullanabilmek için mi? Eğer bunların olmasını istemiyorsanız, elinizi bir an önce taşın altına koymanız gerekiyor. Bugün ülke insanını üst düzeyde etkileyen medyanın, artık insanları kolay yoldan zengin olma hayallerine sokmayı bırakıp, sorumluluğu ele alması gerekiyor (çok saf bir dilek mi oldu?). Devleti yönetenlerle işbirliği içinde, ülkenin her karış toprağına bir şeyler götürmeli. Umut veren bir şeyler.

100. yılına sadece 13 sene kalmış bir ülkede hala temel insan hak ve özgürlüklerin tam anlamıyla kullanılamaması, yıllardır çözülemeyen iç sorunlar, ülkenin Cumhurbaşkanı'nın veya Başbakanı'nın sınırlarımız içinde olan bir şehre gitmesinin büyük bir olaymış gibi sunulması ve buna benzer bütün durumları tartışıyor olmak bizim ayıbımızdır. Komplo teorilerini çok seven bir millet olabiliriz. Bunlar gerçek de olabilir. Ama aklı olan her canlı yeni şeyler keşfetmek ve bunu insanlığın iyiliği için kullanmak zorundadır. Bunun bilincinde olan bir toplum olarak yaşamamız ve hissettiklerimizi birbirimize doğru şekilde anlatabilmemiz dileğiyle...

29 Aralık 2010 Çarşamba

BALIĞIN HAFIZASINI TAZELEDİĞİ AN

Türkiye, 2012 Avrupa Şampiyonası'nı Yunanistan'la ortak düzenlemek için aday olmuştu. Kazanamadı. 2016 Avrupa Şampiyonası için yeniden, bu sefer tek başına aday oldu. Yine başaramadı. Özellikle sonuçlar açıklandıktan sonra, suçu birilerine yüklemeyi çok sevdiğimiz için, hemen eleştirileri yöneltecek kişileri bulduk. UEFA Asbaşkanı Şenes Erzik bizim için gerekli lobiyi hakkıyla yapamıyordu. UEFA Başkanı Michel Platini'nin de, zaten Fransız vatandaşı olduğu için, evsahibini kayırmasından daha doğal bir durum yoktu. Bu iki başarısız girişim bana Olimpiyatlar'a aday olduğumuz dönemleri hatırlattı. Orada da büyük bir hevesle boyumuzdan büyük işlere kalkıştık. Sonunda bu iş için yeterli olmadığımızı birilerinin bize hatırlatması gerekiyordu. Hatırlattılar.

Benim merak ettiğim konu ise şurada başlıyor. Bu turnuvaları yapmak için bazı yatırımlar taahhüt ediyorsunuz. Hatta Başbakan çok ciddi miktarda parayı bu iş için hemen sağlayacağını açıklıyor. Ama sonuçlar açıklandıktan sonra, alınan başarısızlık herkesin aklındakilerin bir anda silinmesine yol açıyor. Başlangıç çizgisindeki bir atlete tam yarışa başlayacağı sırada yarışın iptal edildiğinin söylendiğini düşünün. O gün evine gidip oturabilir. Ama sonra ne yapmalı? Dışarı çıkıp bir sonraki yarış için, sanki çok kısa süre sonraymışcasına çalışması, gerekli antrenmanları yapması gerekir ki, kazanmaya hazır olsun. Ama biz evden bir türlü çıkamıyoruz. Üzerimize serilen ölü toprağı bir türlü kalkmıyor. Her konuda bu böyle. Hep "Günü gelince bakarız" mantığı.

Bu ülkenin acil şekilde sportif anlamda kalkınmaya ihtiyacı var. 2016 Avrupa Şampiyonası için yapılması düşünülen 6 adet yeni stadyum vardı. Bunların yapımı rafa kalkmış olabilir. Siz yine de bu şehirlerde (İzmir, Konya, Antalya, Bursa, Eskişehir, Ankara) yeni bir yapılanmaya gitmek zorundasınız. Bu işin içinde olsun veya olmasın, bütün insanlara daha kaliteli bir yaşam için gerekli şartları oluşturmaya başladığınızı hissettirmek zorundasınız. Stadyum olmasa da, sağlıklı nesiller yetiştirmek için gerekli tesisleri içinize sinen güzellikte yapmak, sosyal bir devlet olmanın gereğidir. Bu sadece anayasada yazan bir madde olmaktan çıkmalı. İnsanların içine işleyerek uygulanmalı. Emin olun ki, yapacağınız bu hizmetler, yapmayı düşündüğünüz diğer yardımlardan çok daha uzun vadeli ve daha büyük bir manevi hazza neden olacaktır. 2012 Avrupa Spor Başkenti olan İstanbul da bu konuda önayak olamazsa, başka ne olabilir, çok merak ediyorum.  

28 Aralık 2010 Salı

BUYRUN BAŞKANIM!

Türkiye, futbolu herkesin çok iyi bildiği bir ülke. Her ne kadar uluslararası başarı sayımız bunca yılda bir elin parmaklarını geçemese de, dünya futbolunda kendimizi iyi bir yere konumlandırmaya çalışıyoruz. Şu anki durumda ancak bu şekilde iyi oyuncuları getirebileceğimizi düşünürsek, biraz makyajlı göstermek fena bir fikir değil aslında. Ama bu durumun sebep olduğu sorunlar sonradan kendini gösteriyor ve herkes için pahalıya mal oluyor. 

En iyi bildiklerini iddia edenlerin başında da başkanlar geliyor. Bazen işleri profesyonellere bıraktıklarını açıklasalar da, dayanamıyorlar. Düzenin önemli bir parçası onlar. Aslında öyle olmaları gerekir mi, tartışılır. Ama burası Türkiye. Bir yerlere gelebilmek için önemli insanları tanımak zorundasınız. Önemli insanları tanımak için önemli biri olmalısınız. Önemli biri olabilmek için de medyanın içinde olmalısınız. Medyanın ve ülke insanının en sevdiği aktivitenin içinde önemli bir mevki sahibiyseniz, hayata karşı 1-0 öndesiniz demektir. Başkanlar da bu avantajı hiçbir zaman kaybetmek istemiyorlar. Yaptıkları şeylerde ne kadar büyük yanlışlar olursa olsun, bunu insanların hoşuna gidecek bir şekle sokup hatalarından sıyrılmayı başarıyorlar. Ama her işte olduğu gibi, onlar da kendilerinin o koltukta sonsuza kadar oturamayacaklarını unutup, arkalarında düzeltilmesi zor tahribatlar bırakıyorlar.    

Düne kadar kendisine ağza alınmayacak küfürler edilen bir başkan, bir sezon sonra yaptığı önemli transferler sayesinde el üstünde tutulan adam oluveriyor. Bir başkası sözleşmeli oyuncusuna ırkçı tabirler kullanmaktan kaçınmıyor. Bir diğeri de ezeli rakibinin kaptanına karşılaştıkları mekanın havasına uygun bir hitapla seslenmekten gocunmuyor. Bu hitaba karşılık o takımın kaptanı da hiçbir şey olmamış gibi sırıtabiliyor. Bizim için büyük sıkıntı burada. Bu oyuncular, yaptıkları işin zorluğu itibariyle, bir işadamı kadar önemli şahsiyetler olduklarının ve isimlerinin arkasındaki soyadlarının da (veya herhangi bir ünvan sıfatının) kendilerine hitap edilirken kullanılacak kadar değerli olduğunun farkına varmalılar. Bu hayatta ne kadar para kazandıklarının değil, ne kadar saygı gördüklerinin önemini kavramalılar. O başkanların bir yerlere gelebilmek için onlara, en az futbolcuların başkanlara olduğu kadar, muhtaç olduğunun bilincinde olmalılar. Bu hem onları yüceltir, hem de kendilerine bu kadar tepen bakan zihniyeti olması gerektiği yere indirir.    

27 Aralık 2010 Pazartesi

U(MUTSUZ) 17

Bir çocuğun hayalleri nerede ve nasıl başlar, nerede ve nasıl biter? O çocuğun gözünden bakmak lazım bu duruma. Yıllarca sahada gördüğü yıldız oyuncuların yerinde olmak hayaliyle vurur topa. Geceleri rüyalarında, hep olmak istediği yerde, o tribünlerin karşısındadır. Günümüzde bu imkansız bir olay değil. Yeteneği varsa ve kulübün kapısından bileğinin hakkıyla girdiyse, kısa zamanda kendini zamanında gıptayla izlediği ağabeylerinin yanında bulabilir. Hatta ne kadar erken olursa, o kadar iyi. İzlemesi gereken yolu önceden görür ve bu yolda önüne çıkabilecek engellere karşı önlemini alabilir. Hele ailesi de bu konuda yardımcı oluyorsa, işler daha kolay olacak demektir. Ama Türkiye'de yaşıyorsan, önceden tahmin edilemeyen sorunlar peşini bırakmaz. Umutlarına darbeyi indiriverir.

26 Aralık 2010 tarihi Florya Metin Oktay Tesisleri'ndeki o çocuklar için belki de hiç unutulmayacak bir tarih olacak. Sahadaki 22 tane 17 yaş altı çocuk ve yedek kulübesindeki arkadaşları, bu ülkede birçok çocuğun içinde olmanın ancak hayalini kurabilecekleri bir gösterinin ana parçalarıydılar. Tribünlerde ise çocuklarının orada olmasının gururunu yaşayan aileler vardı. Sahada kendilerinden istenen görevi yetenekleri elverdikçe yerine getirmeye çalışacak ve karşılaşmayı sarf ettikleri mücadelenin verdiği gururla sona erdirip rakiplerini tebrik edeceklerdi. Giydikleri formayı hakkıyla terletmek onların önceliğiydi. Ama birileri buna engel oldu. Ağabeylerinin zihinlerine soktukları fesatlıkları onlara da aşılamak istediler ve zehirlerini Florya'nın çimenlerine akıttılar. Bu zehir sadece o çocukları değil, herkesi rahatsız etti. Çocuğunu karakoldan almaya giden baba bir gün önce çocuğunun milli forma giyeceği günleri hayal ediyordu.

Bu durum artık "3-5 kendini bilmez"den çıktı. "Herkes İçin Futbol" diyen Türkiye Futbol Federasyonu, devletle el ele vermeli. Bunun sadece bir "oyun" olduğunu bütün ülkeye, gerekirse, ilkokul çocuklarının anlayacağı bir dille anlatmalı. Birileri hala "Yok. Ben bir yerlere saldırmadan yapamıyorum!" diyorsa, onlara da anladıkları dilden bir gösteri sunmalı. Futbolun herkes için "olamadığı" aşikar. Bu ülkede hala bir şeylerin değişebileceğini uman azınlık her geçen gün daha da azalıyor. Bir şeyler yapılmadığı takdirde, bu durumun bir türlü görmek istemediğiniz sonuçlarıyla hep beraber uğraşırız.            

25 Aralık 2010 Cumartesi

YİNE HAVAALANI YOLLARI GÖRÜNDÜ

Liglerin ilk yarısı bitti. Her sene olduğu gibi, ara dönem karnelerini alan takımlar sezon başında hasbel kader kurdukları takımların yetersizliklerini görüp nereye saldıracaklarını şaşırıyorlar. Tabii bulabildikleri adamlar ya oynadıkları takımlarda yetersiz bulunan kişiler ya da önerilen bonservis ücreti karşısında kendilerini satmamanın aptallık olduğunu düşünen yöneticilere sahipler. Yani oyuncuyu satan genelde "kazan-kazan" tarafı oluyor. Zaten satan taraf mantıklı şekilde yönetilen bir takımsa, sadece o oyuncuya bağlı bir yapıya sahip olmadığı ve genelde sıralamada istikrarlı bir yerde olduğu için, oyuncunun gidişinden çok etkilenmiyor. Oyuncuyu alan taraf ise oyuncunun takıma adapte olup mucizeler yaratması için dua ediyor. Verdiği yüklü miktarda parayı sindirmek aksi takdirde kolay olmuyor. Bir de Avrupa'da oynatamıyorsa, ki çoğu zaman oynatamıyor, 1-0 yenik başlıyor ilişkiye.

Ülkemiz genelde bu durumun negatif tarafını tecrübe eden takımlarla dolu. Son dönemde ara transferde alınıp fark yaratan oyuncu olarak aklıma gelen ilk kişi Franck Ribéry. Onun da nasıl elden kaçtığı herkesin malumu. Yakaladığınız şansı da iyi değerlendirmek gerekiyor. Basit yönetici hataları sonradan maddi ve manevi çok büyük kayıplara sebep olabiliyor. Galatasaray yıllar da geçse unutulmayacak bir transfer hatasına imza attığı günden bu yana ara transferde yaşadığı sıkıntılarla anılıyor. Adaptasyon sorununun bıkıp usanılmadan önünüze getirildiği ülkemizde bu sıkıntının aşılması için kapsamlı bir çalışma yapılması gerekiyor. Aksi takdirde, dönem sonunda bilançoyu elinize aldığınızda zarar kısmına bir satır daha eklenmiş olacak ve siz başarısızlığınızla baş başa kalacaksınız.

Beşiktaş da bu sene bir transfer çılgınlığına tutuldu ve takım ara transfer döneminde de önemli oyunculara imza attırdı. Bu transferler Spor Toto Süper Lig'in tanıtımı açısından çok başarılı hamleler olsa da, yöneticiler bunu neden sezon başında gerçekleştiremediklerini masaya yatırmalılar. Ortada bir sorun var. Sorunu çözmediğiniz müddetçe, sözleşmede belirttiğiniz (+ bilmem kaç) yıllık opsiyon sezonlarını kullanamamaya devam edersiniz.

21 Aralık 2010 Salı

PARA VAR, HUZUR YOK!

Manchester City, Arap sermayesi tarafından satın alındığından beri futbolun güzelliklerini törpülemeye devam ediyor. Sadece para ile dünya futbolunda bir yerlere gelen takımları sevmiyorum. Chelsea de böyle ortaya çıktı. Ama Jose Mourinho'nun karizmasıyla geldikleri yerde tutunmayı başardılar. Roman Abramovich de başta harcadığı yüksek rakamların çılgınlığının farkına varmış olmalı ki, sonradan duruldu. Chelsea dünya futbolunda belli bir yere geldi. Elbet bir gün Şampiyonlar Ligi'ni de kazanabilir. Ama Chelsea örneği, başarıya giden kısa yol olmamalı. Manchester City'nin harcadığı para, Roman Abramovich'i bile bir anda insanlara unutturdu. 1996'da küme düşerlerken taraftarların döktükleri gözyaşları şu anki durumdan daha sempatikti. Tabii ki onlar da başarılı olsun. Ama başarılı olmalarının sebebi tamamen şans eseri buldukları para olmasın. Khaldoon Al Mubarak'ın canı Stoke City'yi almak isteseydi, Manchester City yine orta sıralarda gezinen bir takım olacaktı büyük ihtimalle. Şanlı bir geçmişe sahip oldukları doğru. Ama bu oyunun kurallarından biri de geçmişte yaşamamak. Gerçi, Manchester'da yaşanacak bir rekabet Premier Lig yetkilileri için de bulunmaz bir fırsattı.

Biz yine bugüne dönelim. Yaptıkları büyük hatalardan biri, aldıkları her oyuncuya gerektiğinden fazla para ödeyip piyasayı inanılmaz yükseltmeleri. Allah'tan, arada Kaka gibi haysiyetli oyuncular çıkıyor da (gerçi kendisi için Milan'a ödenen parayı unutmadık), sırf para için bu kulübü seçmenin kariyerleri için sıkıntı yaratacağını öngörebiliyorlar. Ama David Silva, Yaya Toure gibi oyuncular o değerde mi? Tartışmaya gerek bile yok. Barcelona'nın ne kadar büyük takım olduğu sırf bu transferden bile anlaşılıyor. Gelen (içeriden çıkarttıkları Sergio Busquets) gideni (Yaya Toure) aratmıyor. Bir de gelmesiyle olay yaratmasının yanında takımın içinde sürekli olay yaratan oyuncular var. Carlos Tevez'in Manchester United'dan ayrılması sorun yaratmadı. Çünkü orada Alex Ferguson vardı. Geçen hafta Manchester City'den de ayrılmak istediğini açıklayan Carlos Tevez'in yarattığı sıkıntı, küçük bir çocuğun şımarıklığından farksız. Ama dün akşam yine sahada. Arkasında en az kendisi kadar yetenekli forvetlerin varlığına rağmen. Bu da menajerin durumu iyi idare edemediğinin göstergesi. Geçen sezon Şampiyonlar Ligi'ne katılma şansını son haftada kaçıran takım, bu sezon da bu amacına ulaşamayacak gibi görünüyor. Şampiyonlar Ligi'nde yoksanız, dünya futbolunda en tepeye ulaşma şansına sahip değilsiniz demektir.

Khaldoon Al Mubarak'ın canı bir gün sıkılacak. Hatta hesaplara bakıp, aslında yeteri kadar para kazanamadığının farkına varacak. Artık gerektiği kadar tanındığını da düşünerek, kulüpten elini ayağını çekecek. O gün, zamanında koşa koşa bu takıma gelen oyuncular ve menajer nasıl kaçacaklarını şaşıracaklar. Taraftarlar sevdikleri bu renklerle yine baş başa kalacaklar.

20 Aralık 2010 Pazartesi

NE ZAMAN DİNLENECEKLER?

FIFA Dünya Külüpler Şampiyonası adındaki saçmalık çoğu kişinin haberi olmadan oynandı ve bitti. Futbolcuların dinlenmek için zaman bulmakta zorlandığı günümüzde bir de bu kupa ortaya çıktı. Nerede yapıldığını, hangi takımların neye göre katıldığını çoğu kişinin bilmediği bu şampiyona, FIFA'nın doyumsuzluğunun bir başka örneği sanki. Avrupa Şampiyonlar Ligi yıllardır kulüplerin mücadele ettiği en zorlu arena. Dünyanın en önemli oyuncuları burada forma giyiyor. Haliyle bu kupanın şampiyonunun Dünya Kulüpler Şampiyonası'nı da kazanması büyük bir olasılık. Sonucunun belli olduğu bir turnuvayı kim izler? Sadece Birleşik Arap Emirlikleri'ndeki insanlar izler. Turnuvanın yapıldığı yer bile turnuvaya verilen önem hakkında bize bazı ipuçları veriyor.

Galatasaray 2001'de tam katılacakken, 2005'e kadar ara verilmesi de onların şanssızlığı. Eminim ki bir Türk takımının katılması, bu kupayı bizim nezdimizde çok önemli bir yere getirebilirdi. Ama sanmıyorum ki, Galatasaray bu kupaya katılamadığı için çok üzülmüş olsun. Zaten günümüz şartlarında 5 sene ara verilebilen bir kupanın ciddiyeti de sorgulanmalı.

Bugün, Avrupa'da önemli bir oyuncu, lig, lig kupası, Avrupa Kupası, milli maç elemeleri ve çift haneli yıllarda Dünya veya Avrupa Kupası'nda mücadele ediyor. Neredeyse bütün maçlarda oynadığını düşünürsek, tahminen 60-65 maça denk geliyor. Bu kadar sıkı bir fikstüre bir de böyle gereksiz maçları eklerseniz, oyuncusundan seyircisine, herkesi bu oyundan soğutursunuz. Özellikle seyirci için önemli olan, sezonun başında fikstüre bakıp takımı için önemli olan maçların bir an önce gelmesidir. FIFA'nın derdinin, ne olursa olsun, para kazanmak olduğunu biliyoruz. Ancak bunun insanın gözüne sokularak yapılması pek hoş olmuyor. 

Futbol sosyal anlamda dünyada çok önemli bir yere sahip olabilir. Ama bu oyunun patronları, futbolcuların da sadece insan olduklarını, onların bu spora başlarkenki hayallerini ve hissettiklerini öldürmeden onlara bir ortam sağlanması gerektiği unutmamalılar. 

18 Aralık 2010 Cumartesi

GÖREMEDİĞİMİZ GÜZELLİKLER

Spor Toto Süper Lig'in fizik mücadeleye dayalı bir lig olduğu söylenir. Kuvvet anlamında değildir ama söylenen. Oynamaya çalışanın değil, karşı tarafı oynatmamaya çalışanın prim yaptığı bir yerdir burası. Geçenlerde bir futbol yazarı, Bernd Schuster'in yapmaya çalıştıklarının gereksiz olduğunu; arkaya yaslanıp, fırsatını bulursan, atılacak bir golün işi çözeceğini söylüyordu. Kamuoyunun itibar ettiği yazarımız-ki kendisi geçmişte Türkiye'nin en sıradışı oyuncularının başında gelir-şunu atlıyordu. Oynanan oyun ne kadar keyifli olursa, iyi oyuncular buraya gelmek isteyecek. Onların gelişiyle de dünyada adımız anılmaya başlayacak. Bugün insanların görmek istediği, yeteneklerini sahaya etkili şekilde yansıtan, kaliteli oyunculardan kurulu takımların mücadelesidir. Bu, maçı izlemek için para ödeyen futbol seyircisinin en temel hakkıdır.

Çoğu takım oynatmamaya odaklandığı için, sakat oyuncu sayısı çok fazla. Özellikle İstanbul takımlarına baktığımızda, Beşiktaş ve Galatasaray'ın ligdeki konumlarını önemli ölçüde etkileyen sakatlıklarla uğraştığını görüyoruz. Tabii bazı sakatlıklar, oyuncuların yaşam tarzlarındaki yanlışlıklardan da olabilir. Ama özellikle darbeye bağlı sakatlıkların sayısının fazlalığı, insanları futbolun güzelliklerinden mahrum bırakıyor. Peki takımların sağlık ekipleri bu arada ne yapıyor? Özellikle Galatasaray'ın bu konudaki sabıkası herkesçe biliniyor. Kulüp yönetmek, sadece futbolcu alıp satmaktan ibaret değildir. Birçok ayrıntıyı içinde barındırır. Sağlık ekibi de bunlardan biri. Milyonlarca euroluk oyuncularınızın sahada kafalarının yanında, ki bu da önemli bir detaydır, vücutlarının da problemsiz olması gerekiyor. Dünyanın en büyük kulüplerinden AC Milan'ın geçmişten bugüne kadrosuna baktığımızda, bazılarını görmekten artık sıkılsak da, Franco Baresi, Paolo Maldini, Alessandro Costacurta, Filippo Inzaghi ve örneğini çoğaltabileceğimiz 40'ına yaklaşmış oyuncuları görmemiz sürpriz değil. Mükemmel bir sağlık ekibi, bu oyuncuları her an oynamaya hazır tutuyor. Çünkü takımın, teknik adam onları kullansın veya kullanmasın, onlara ihtiyacı var.

Herkesin işini düzgün yapması, rakibe ve yaptıkları işe saygı duymaları gerekiyor. "Fair Play" içi boş bir terim olmamalı. Oyun adil oynanmalı. Karşı tarafı yenebilmenin ön koşulu, rakibi bozmaktan ziyade, kendi oyununu rakibe kabul ettirmek olmalı. Bir takım, oyuncusuyla ve teknik ekibiyle, ancak bu şekilde akıllara kazınabilir.

17 Aralık 2010 Cuma

ANKARA'NIN GÜCÜ NE ALEMDE?

Ankaragücü 2009'un Ağustos ayında Ahmet Gökçek'in başkan olmasıyla sonu belirsiz (aslında aklı başında her insan için belli) bir yola girmişti. Ama hırs insana her şeyi yaptırıyor. 100 senelik kulüp, bir ailenin doymayan egoları yüzünden heba edilebiliyor. Peki onlar bunu yaparken, bu duruma izin verenlerin hiç mi suçu yok? Sırf kişisel çıkarlar uğruna olan bitene göz yumanlar da yarattıklarını sandıkları sahte devin altında ezildiler. Futbol iyi para kazandıran bir sektör. Bunu kabul etmek lazım. Ancak en azından futbolu yönetenler bu ülkede belli bir kapasitede olmalılar. Paradan ziyade insani açıdan. Çok mu şey istiyoruz? Belki, ama görünen köy kılavuz istemiyor.

Ankaragücü 100. yılını hakkıyla yaşamayı bile beceremedi. Önce Hikmet Karaman'la yaşanan skandal, sonra emanet teknik direktör Roger Lemerre ile oynanan sıkıcı futbol, en sonunda da onun yardımcısı Ümit Özat'ın göreve gelmesi. Bu biraz Werner Lorant-Oğuz Çetin ilişkisini hatırlatıyordu. Teknik direktörün görevden alınıp yerine geçmeyi bekleyen bir antrenörün sonu hiçbir zaman iç açıcı olmuyor. Ümit Özat bir yöneticiyle ağız dalaşına girdiğinde aylardır alamadıkları maaşlarından bahsediyor. Madem paranı alamıyorsun, bunu ne diye tüm Türkiye'ye açıklıyorsun? Çok rahatsızsan, neden orada duruyorsun? "Kol kırılır, yen içinde kalır." derler. Ama konu Gökçekler olunca, insan hiçbir şeye şaşırmıyor.

Şimdi oyuncuların % 95'inin serbest kalacağını ve büyük ihtimalle takımın küme düşeceğini söylüyor, Melih Gökçek. Peki Ankaraspor'un neredeyse bütün oyuncularını sezon ortasında Ankaragücü'ne transfer ederken ne olacağını düşünüyordu acaba? Önce Ankaraspor'un ligden düşmesine yol açtılar, şimdi Ankaragücü'nü uçurumun kenarına getirdiler. 2 senede 2 ayrı takımı bu hale getirebilmek büyük bir yetenek (!) gerektiriyor. Bu yetenekleri bünyesinde barındıran Gökçek ailesini tebrik etmek lazım. İlginç olan, yaptıklarının sonucunu gördükçe söyledikleri sözler. Belediye yönetirken herkesin onların ellerine ve iki dudağının arasına bakmasına alışkın olan bu kişilere en azından spor dünyasında hukukun vurduğu şamar, adalete olan güvenimizi tazeledi.

Olan, Ankaragücü taraftarına oldu. Çile çekmeyi hayatlarının bir parçası olarak gören bu grup, takımları ne durumda olursa olsun, onların yanında olacaklardır. Ama kulüp üzerinde çok büyük etkisi olan cefakar taraftarlar umarım anlamışlardır ki, Ankaragücü'nü yönetecek olan kişileri öncelikle kulübün haysiyetini kurtarmaya yönlendirmeliler.

15 Aralık 2010 Çarşamba

NEREDEN BAKARSAN

Size sunulan şeyin değerini neye göre belirlersiniz? Bugün Türkiye'de yaşanan büyük bir sorundur bu. Yönetenlerin çok değerli olduğunu düşündüğü şeyler, onu gerçek anlamda değerlendirebilecek insanların karşısına çıkınca asıl değerlerini ortalığa döküyorlar. Aynadaki görüntü hiç de hoş değil. Verilen büyük bir yayın parası herkesin ağzını sulandırıyor; ama tüketiciye ulaşan, son kullanma tarihi neredeyse geçmiş, ağızda belli belirsiz bir tat bırakan, keçiboynuzu kıvamında bir ürün. Reklamlarda hiç öyle denilmiyor oysa. Ürünü yeni bileşenleriyle çeşitlendirdiklerini, dünya standartlarına çıkardıklarını söylüyorlar. Halbuki gelişen teknoloji sayesinde dünyada ne olup bittiğini de görebiliyoruz.

Sadece birkaç kanal ileriye gittiğinizde, futbolun beşiğinde olayın nasıl farklı yerlere gittiğini görebiliyorsunuz. Öğlen veya akşam saati, pazar veya pazartesi fark etmiyor. Her zaman, her yerde aynı kalite ve olanın üzerine bir şeyler katmaya çalışan bir grup insan görüyorsunuz. Mücadele ise bu organizasyonun en önemli parçası. O sahaya gelmek için çok uğraşmış ve daha uzun süre o sahada kalabilmek için çırpınan oyuncular bunu sağlamaya muktedir olduklarını kanıtlamaya çalışıyorlar. Karşılarında da bütün bu yapılanlara saygı gösteren ve olan bitenden zevk almaya çalışan bir topluluk var. Yapılan işin şansla uzaktan yakından alakası yok. Şans eseri orada bulunan kişiler hemen göze batıyor ve yaşadıkları kısa süreli mutluluklar yanlarına kar kalıyor zaten.

Türkiye'deki futbolcuların çoğu yaptıkları işin ciddiyetinin farkında değiller. Bu yüzden Frank Rijkaard maçlardan önce kamp yapmayacağını açıkladığında şaşırıyorlar. Ama geçen hafta Barcelona maç günü yola çıkıp, maça yarım saat de geç kalıp 3-0 kazandığında onlara hayranlıkla bakabiliyorlar. Bu çoğumuz için şaşırtıcı olmadı belki de. Çünkü onların başka bir dünyadan geldiğine inanıyoruz. Ama genel olarak Avrupalı zihniyeti bunu gerektirir. Yapılan işe duyulan saygı her şeyin önünde gelir. Hele bu iş bir de milyonlarca insanın hayattan aldığı zevki etkiliyorsa, burada daha büyük bir sorumluluk duygusu harekete geçer. Onlar uzaydan gelmediler. Büyük yeteneklerini büyük yöneticilerin (gerek teknik, gerek iletişim) ellerinde parlattırıp insanlara doğru şekilde sunmayı başardılar. Bizim oyuncularımız ise bu danışmanların eksikliklerini hissediyorlar. Bulundukları yerin önemini onlara kavratacak kişiler gerekiyor. Yoksa olduğumuz yerde saymaya devam edeceğiz. Dünyadaki bilinirliklerinin azalması bir yana; bir gün gelecek, bu ülkede de kendilerine verilen değer şimdikinin çok altında olacak.

14 Aralık 2010 Salı

SİSTEMİN DEVAMI İÇİN

Manchester United'ın sağ beki olmak çok önemli bir olay. Formayı kapan genç oyuncu bir daha bırakmıyor. Kendisinden bir sonraki genç gelene kadar emanetine gözü gibi bakıyor. Aslında her mevki önemli, ama Manchester United'da bu mevkideki geçişler çok enteresan. 1992'de 17 yaşındayken Gary Pallister'lı, Steve Bruce'lu, Dennis Irwin'li efsane defansta kendine yer bulmuştu Gary Neville. 90'ların ortasında David Beckham, Ryan Giggs, Paul Scholes, Nicky Butt ve kardeşi Phil Neville gibi isimlerle Manchester United'ın büyük başarılar kazanan yeni jenerasyonunu kurdular. Paul Scholes ve Ryan Giggs ile beraber 2010'da da Old Trafford'da yerlerini bir şekilde alıyorlar. Ama bugün sahada onun yerinde 1990 doğumlu Rafael var. Kaderleri birbirine çok benziyor. Kardeşi Fabio da Phil Neville gibi sol bek. O da yedek. Aynen bundan 15 sene önceki gibi, Neville kardeşlerin yolundan gidiyorlar. Ama Manchester United'da hiçbir şey değişmiyor. Onlar yine İngiltere'nin ve dünyanın en başarılı kulüplerinden biri. 

Rafael gerek soğukkanlılığı, gerekse tekniğiyle neden orada olduğunu kimseye sorgulatmıyor. Zaten Alex Ferguson'un verdiği bir kararı sorgulamak kimsenin haddine değil. Roy Keane, David Beckham, Cristiano Ronaldo,... Bütün bu oyuncular takımın çok önemli parçalarıydı. Ama hepsinin bir dönemi vardı. Hepsinden alabileceğinin maksimumunu aldı. Takımını zirvede tuttu. Hiçbirine taviz vermedi. Gitmek istedikleri zaman da kapının açık olduğunu söyledi. Hepsinin yerini yeni gençlerle doldurdu. Oyuncular da bunun bilincinde oldukları için canlarını dişlerine takıyorlar. Önemli olanın kişiler değil, takım olduğunu; zirvede kalmak için çok çalışmak zorunda olduklarını biliyorlar. Bugün bu yüzden Wayne Rooney'in sözleşme yenileme dönemi onlar için sıradan bir olay. İngiliz basınında çıkan yaygara Alex Ferguson için hiçbir mana ifade etmiyor. O, keşfedeceği yeni Fabio'ların peşinde koşuyor. Bu yüzden 24 senedir bu takımın başında ve 20 senedir takım zirveden inmiyor. Başlangıçtaki beklentilerin karşılanamadığı ilk 4 sene de bir yönetimin teknik adama olan inancını, sistemin başarısını ortaya koyuyor. Fabio da yeterince iyi olmazsa, bir gün o sahada olamayacağını bildiği için kendini hep hazır tutuyor. İşin sırrı burada gizli. 

11 Aralık 2010 Cumartesi

BÖYLE BİTMEMELİYDİ

10 sene önce bütün takımların ayaklarının titreyerek geldiği stad, bu akşam, giydikleri formanın ruhunu hissedemeyen oyuncularla sevenlerine veda etti. Tabii sadece ruhla oynamak yetmiyor. Yetenek de lazım. Galatasaray'ın en büyük sıkıntısı; taraftarın, oyuncuların yetenek eksikliğinin farkında olmasına rağmen, her maçta iyi oyun ve galibiyet beklemesi. Bu tamamen takımlarına duyduğu sevgiden kaynaklanıyor. Ama ne yapılan tezahüratlar, ne de değişen teknik adamlar durumu değiştiremiyor. Çünkü takımın kapasitesi bu kadar.

Rahmetli Özhan Canaydın döneminde başlayan sportif başarısızlıklar, Adnan Polat döneminde takımın dibe vurmasıyla sonuçlandı. Yapılan en büyük hata; Özhan Canaydın döneminden başlayarak, taraftarın kalbinde yer edinmiş kişileri (Fatih Terim ve Gheorghe Hagi dönemi) elde ettikleri başarısızlıklar sonucu taraftarın önüne atıp kendilerini kenara çekmekti. Aynı durumu Adnan Polat döneminde de (Bülent Korkmaz ve 2. Gheorghe Hagi dönemi) yaşadık. Taraftarı başka şeylerle oyalayıp, gerçeklerin görünmesine engel oldular. Mali durumu düzeltirken, insanların takımlarına olan inançlarının azaldığını fark edemediler. Halbuki, zamanında çok eleştirilen Faruk Süren, yaptığı nokta transferler, teknik direktörüyle olan ince çizgilerdeki ilişkisi ve vizyonuyla, bu işin nasıl yapılması gerektiğini göstermişti. 10 senelik dönemde, kazandıklarını değerlendirememesi, itibarını kaybetmesi kulüpte bir eksen kaymasına sebep oldu. Asıl sorun burada yatıyor.

Bu takımı yönetenler asıl hedeflerinin Şampiyonlar Ligi olması gerektiğini unuttular. Zaten son derece kaygan zeminlerde giden kulüp, bu kadar yatırımı Şampiyonlar Ligi ile (sadece katılım bile yeter bu aşamada) taçlandıramazsa, sonuçlar kimsenin görmek istemediği gibi olur. Bunu başarabilmek için, kazanan karakterli oyunculara ihtiyaç var. Galatasaray'a büyüteceği değil, onu büyütecek oyuncular lazım!

BARİ OYUNUN RUHUNU ÖLDÜRMEYİN

2018 ve 2022 Dünya Kupaları'nın ev sahiplerinin belli olması yeni tartışmaları da beraberinde getirdi. Rusya için olmasa da, özellikle Katar seçimi, FIFA'nın üzerinde dolaşan kara bulutların boşuna olmadığını gösterdi. Verilen her kararda bir sorun aramak iyi bir davranış değil, ama konu Sepp Blatter olunca, bu durumu kimse garipsemiyor. Katar, nereden bakarsanız mantığını çözemediğiniz bir seçim. Futbolu dünyanın her yerine yaymak görevinde olan bir kurum olmasına rağmen, FIFA'da dönen rüşvet skandalları, onlar için de futbolun sadece futbol olmadığının göstergesi. 2 üyenin oylamaya katılmaması, daha oylama başlamadan insanların kafasında soru işaretleri oluşmasına yetti.

Rusya'da son yıllarda büyük paraların futbola aktarılması, Vladimir Putin'in karizması ve ülkedeki büyük potansiyel, buranın organizasyonun hakkını vereceğine olan inancımızı arttırıyor. Zaten Vladimir Putin, Roman Abramovic'e gönderdiği mesajla, organizasyonun kusursuz olacağını ve futboldan para ve şöhret kazanan Rus milyarderlerin Rusya'ya vermeleri gereken şeyler olduğunu bildirdi. Roman Abramovic'in de bu mesaja karşılık söyleyecek bir şeyi olamayacağı aşikar. Harcanacak 10 milyar doların geri dönüşü bu büyük ülke için yepyeni kapılar açacaktır. 2018'de dünyada politik konjonktürlerin ne durumda olacağı belirsiz,ama Rusya'nın önü her şekilde açık.

Katar'da yapılacak modüler statlar klimalı olacak. Ama oraya gidecek binlerce insan stat dışında ne yapacak? Turnuva sonrası statlar sökülüp, malzemeler ihtiyacı olanlara satılacak. Sırf bu durum bile, ülkenin futbola bakışını gösteriyor. Tamamen para için bu seçimin yapılması son derece rahatsız edici. Asya Futbol Federasyonu Başkanı Mohammed bin Hammam'ın ileride Sepp Blatter'in karşısına FIFA başkanlığı için sırf bu yüzden adaylığını koymayacağı söylentileri dolanıyor. Bu söylentiler bitmez, ama yapılan bu seçimler, insanların futbola olan saf sevgisini bitirir. Türkiye Futbol Federasyonu da 2016 Avrupa Şampiyonası'nı elinden nasıl kaçırdığını iyi analiz etmeli. Michel Platini'yi etkilemek için Katar'dan biraz feyz almalı!

9 Aralık 2010 Perşembe

NE FEDA EDİLMESİ GEREKİYORSA

Her zaman eninde sonunda tecelli edeceğini umduğumuz adaletin, ülkemizde çoğu konuda olduğu gibi, spor konusunda da yetersiz kaldığı durumlar oluyor. Yıllardır zamanında yarı yarıya tribünlerle izlenen derbi maçlarının renkli ambiyansını özlemle anarız. 1994'te Adnan Polat tarafından başlatılan "rakip takıma %5 oranında bilet"  uygulaması Türk futbolu için milattır. Tabii bu durum birçok açıdan anlaşılabilir bir hareketti. Büyük maçlarda kendi sahasında oynayan takımın bu avantajdan yararlanabilmesi için gerekli bir düzenlemeydi. Şu anda çok sorgulanabilir bir tarafı da yok zaten. 2010 yılında ise rakip takım taraftarının hiç gelmemesi fikri yüksek sesle konuşulmaya başlıyor. 16 senede nereden nereye geldiğimizin bir göstergesi olarak sayabiliriz bunu.

Beşiktaş - Bursaspor maçından önce ve maç sırasında yaşananlar, insanların birbirlerine ne kadar tahammülsüz hale geldiklerini gösteriyor. Bir kişinin yanında eşi ve çocuklarıyla maça gidebilmesi neredeyse imkansız, tehlikeli bir hale geldi. Bu mudur kültürde ve sporda (bu da ayrı bir yazı konusu olacak) Avrupa'nın başkentliğine soyunmuş Türkiye'nin en gözde şehrinin ve insanının hali? Her zaman örnek alınan Premier Lig yayınlarında yakın çekimlerde yaşlı bayanları görürüz. Bir de onların gelmeye çalıştığını düşünsenize... Maç sonrası keşmekeşte ambulansların yaşayacağı sıkıntıyı. 

Bütün bu durumların ışığında "Sporda Şiddet Yasası" nın çıkartılmasını bekliyoruz. Yıllardır bekliyoruz aslında, ama bir şeyler buna engel oluyor. Bu yasa çıksa da, uygulanıp uygulanamayacağı konusunda şüpheler mevcut. Bu da acı bir durum. Spordan Sorumlu Devlet Bakanı Faruk Özak dün bir açıklama yapıyor. Meclisin iş trafiğinin yoğunluğundan bahsederek, bu işin bir başka bahara kalacağını anlatmak istiyor. Böyle işler kararlılık gerektirir. Türkiye'de klasik olan bir durumun meydana gelip, birkaç kişinin yaralanması veya yaşamını yitirmesi mi gerekiyor meclistekilerin gerekli kararları çıkartabilmesi için? Sonunda olacak olan, meclisteki milletvekillerine yoklama yapmaya bile başlayan başbakanın olaya el atmasıdır. Zaten Türkiye'de bir işin hızlanması için en çabuk çözüm yolu, sorunu başbakana anlatmak oluyor. Onun kararı vermesi işin hemen sonuçlanmasına yol açıyor. Ama adama sormazlar mı, "Siz ne işe yarıyorsunuz" diye? Taş ne kadar ağır ki, kimse elini altına sokamıyor.

8 Aralık 2010 Çarşamba

ZAFİYET

Türk takımlarının yönetiliş şekli dışarıdan bakan her insanı şaşkınlığa uğratacak kadar enteresan. Futbol dünyamız, takımlarının her şeyinin içinde olan, ama işi profesyonellere bıraktığını söyleyen başkanlar, medya tarafından şişirildikçe şişirilen, oynamaları gereken oyun dışında her şeyin içinde olan futbolcular ve görevleri daha çok bu futbolcuların sırtını sıvazlamak olan "ağabey" menajerlerle dolu. Bu grupta özellikle profesyonel olduğu iddia edilen yöneticilerin görevleri tam olarak belirlenemediği için kendilerini boşlukta hissediyorlar ve başarıya ulaşmakta zorlanıyorlar. Aykut Kocaman'ın geçen sene ve onun uzantısı olarak bu sene yaşadıkları bazı şeylerin sadece kağıt üzerinde kaldığını (tabii beklentiler yazıya döküldüyse) gösteriyor. Teknik direktörler ise (özellikle yabancı olanlar) bu düzene ayak uydurmakta zorlandıkları için bazı kararları vermekte zorlanıyor, uygulamada sorunlar yaşıyorlar. 

Bütün bu karmaşanın içinde oyunculardan maksimum verimin alınması zaten beklenemez. Ama bazı durumlar var ki, insanın aklı almıyor. Bugünlerde iki oyuncunun durumu kafamı çok karıştırıyor: Fatih Tekke ve Zvjezdan Misimovic. Gerçi Fatih Tekke'nin hem Zenit'te hem de Beşiktaş'ta aynı sorunla karşılaşması (teknik direktöre yapılan saygısızlık), kendisinin otoriteyle bazı problemleri olduğunu ortaya koyuyor. Ama bunun mantıklı bir hareket olduğunu kesinlikle söyleyemeyiz. Çünkü gerek Luciano Spalletti gerekse Bernd Schuster kendilerini futbol dünyasında kanıtlamış, önemli teknik direktörler. Kendileri, yaşı ne kadar ilerlemiş olursa olsun, böyle bir golcüyü kullanmak isterler. Ama oyuncuyu adı konulamayan davranışları yüzünden kullanamıyorlar. Zvjezdan Misimovic olayında ise, Galatasaray'ın büyük iş başardığını düşündüğümüz bu transfere rağmen, bir oyuncuyu almadan önce sadece futbolculuğunu değil, her şeyini araştırmak gerektiğini, teknik direktörü bu konuda bilgilendirmek gerektiğini görmüş olduk. Gheorghe Hagi'nin 2 günde zıvanadan çıkmasını sağlayan ne olabilir? Bunu çok merak ediyorum. 

Bu iki oyuncunun ne yapıp da kadro dışı kaldığını hala öğrenememiş olmamız yukarıda da bahsettiğimiz bir yönetim zafiyetidir. Halka açıldıklarını söyleyip neredeyse attıkları her adımı borsaya bildiren bu kulüpler, sahip oldukları iki tane değerli "varlığın" (asset) akıbetini açıklamayı kulüplerin hissi senetlerinin sahibi olan taraftarlarına borçlular. 

6 Aralık 2010 Pazartesi

ÖNCE CAN GÜVENLİĞİ

Güne ders çıkışında yaşadığım enteresan bir olayla başladım. Köşede taksi bekleyen 2 kişi tam taksiye binecekken, büyük ihtimalle kendisinin müşterileri olduğunu iddia eden diğer taksinin şoförü kavgayı başlattı. Sonunda bıçağını çekti ve müşterileri kendi arabasına aldı. Müşteriler o arabaya nasıl bindi? Bunun üzerine günlerce düşünsem de çözemem herhalde. Belki Türkiye'de, ne kadar acı olsa da, normal bir durum diye düşünebilirsiniz, ancak bu ülkede hala medeni şekilde yaşanabileceğine inanan benim gibi insanlar için yeni bir hayal kırıklığıydı.
Bu durumun etkisi geçtikten sonra Beşiktaş - Bursaspor maçını izleyecek bir yer aradım. Zaten aradığımı bulduğumda son 30 dakikaya girilmişti. İlk yarıda kaçırdığım tek şeyin Volkan Şen'e gösterilen saçma sapan bir kırmızı kart olduğunu öğrendim. Bu alkışlama işine tam bir standart getirmedikleri için hakemler yine gündeme oturmayı başarıyorlar. Böyle bir kartı Cüneyt Çakır'ın Şampiyonlar Ligi'nde gösterdiğini düşünüyorum da, bir daha bir Türk hakemi kolay kolay bu arenada maç yönetebilir miydi acaba?

Beşiktaş'ın istekli oyunu ise her türlü eksiğine rağmen devam ediyor. Fiyapı İnönü Stadı'nda taraftarın iyi bir destek verdiği takım çok başarılı bir presle 3 oyuncunun (Ersan Gülüm, Mehmet Aurelio ve Roberto Hilbert) içinde olduğu pozisyonu Filip Holosko'yla bitirerek galibiyeti hakkıyla aldı. Bursaspor'da ise bir tane direkten dönen top dışında kayda değer bir pozisyon yoktu. Staddaki belki de en güzel şey, oyundan çıkan genç oyuncu Ali Kuçik'e taraftarın gösterdiği destekti. Bu, bir genç oyuncunun hayatı boyunca unutamayacağı bir andır. Onu daha iyi yerlere gelmek için daha çok çalışmaya şevklendirir. Bu açıdan taraftarlara teşekkür etmek gerek. 

Saha içinde teşekkürü hak eden taraftarlar, saha dışında yaşananlarla insanları bir kez daha hayal kırıklığına uğrattı. Zaten yaratılan her yasağa bir sebep arayan yetkililer, bunca yıldır Beşiktaş - Bursaspor maçlarına neden seyirci alınmadığını belgelerle kanıtlamış oldular. İnsanların zaten futbol kalitesi belli bir düzeyi geçmeyen ligimizin maçlarına gitmemeleri için mantıklı bir sebepleri daha var: can güvenliği. Günümüzde toplu şekilde eğlenmenin en güzel ritüellerinden olan bu oyunun (ve onunla birlikte hayatın) keyfini bile nasıl çıkartamadığımızın İsviçre laboratuvarlarında incelenmesi gerektiğini düşünüyorum!  

3 Aralık 2010 Cuma

GEREKLİ OLAN SADECE PARA DEĞİL

Nostaljiyi seven bir insan olarak 80'li yıllardaki futbolu özlediğim zamanlar oluyor. Yanlış anlaşılmasın, Türkiye'de oynanan futbolu değil, futbolun içindeki etkenleri özlüyorum. Tribünlerin yarı yarıya paylaşıldığı derbileri, bir takımda yer alabilecek 3 yabancı kuralı ve bunun gibi şeyleri (Bunlar da sanırım ayrı bir yazının konusu olacak). Çarşamba akşamları art arda oynanan Avrupa Kupası maçlarında (Kupa Galipleri, UEFA ve son olarak Şampiyon Kulüpler Kupaları) takım ayırt etmeksizin her Türk'ün aynı heyecanı yaşamasını. Kazanmamızın çoğu zaman sürpriz sayıldığı, özellikle Beşiktaş'ın Avrupa Kupaları'nda büyük şanssızlık yaşadığı senelerdi. 90'lı yıllarda yaşadığımız futbol evrimi ve 2000 yılında kazandığımız UEFA Kupası ile Avrupa mücadeleleri bizim için artık farklı. Ama göreceli de olsa, zaten geç başlayan gelişimimize bir de uzun başarısızlık dönemleri eklememiz bizi sıkıntıya sokuyor. İleride de başımızı ağrıtacak.

Şampiyonlar Ligi'nin para babalarının oyun sahası olduğu günümüzde Türk takımları için en gerçekçi hedef UEFA Kupası. Özellikle 2004-2005 sezonunda CSKA Moskova'nın şampiyon olması, 2000'de Galatasaray'ın "başkaları tarafından" beklenmeyen şampiyonluğunu saymazsak, yeni bir dönemin başlangıcı oldu. 80'li yıllarda Steaua Bükreş ve Kızılyıldız gibi takımların Şampiyon Kulüpler Kupası'nda fırtına gibi estiği günleri (bu da o dönemleri özlememin bir başka sebebidir) hatırlatan bir dönem bu sefer UEFA Kupası'nda başladı. Şampiyonlar Ligi'nde nefesi belli bir yere kadar yeten takımlar için yeni bir hedef oldu. Yarışmanın formatı biraz da cilalandıktan sonra, bu takımların kupayı kazanmak için mücadele etmekten başka çareleri kalmadı. Sevilla, Zenit, Shaktar Donetsk ve son olarak Atletico Madrid bu kupayı kazanarak "B sınıfı" diyebileceğimiz takımlar arasında ayrıcalıklı bir yer edindiler. Favori sıfatı sahibi olmak, kullanabilen için, büyük bir özgüven sağlar. Bugün hangi takımımız bu rakiplerden biriyle oynadığında "Kesin kazanırız" diye sahaya çıkabilir? Sanırım hiçbiri. Hele bu sene elendiğimiz takımları düşünürsek!

Takımlarımız adam gibi yönetilebilirse, UEFA Kupası 100 yılda bir kazanılabilen bir hayal ürünü olmaktan ötesi olacaktır. Bunun için elimizdeki en başarılı takımsal veri Efes Pilsen Basketbol Takımı'dır. Türkiye'nin Avrupa'da takım sporlarındaki ilk şampiyonluğunu kazandığı Koraç Kupası ile yeni bir çağ başlatan takım, yıllardır Avrupa'da başarıyla mücadele ediyor. İlk maçtan itibaren kupayı kazanmaya inançları olan yetenekli oyuncular, oyunu çok iyi bilen teknik kadrosu ve takımın bütün ihtiyaçlarını karşılayan yönetimiyle bir bütün oldular. Tabii ki takımın sahadaki lideri Petar Naumoski de bir fenomendi. Bu ruhu tekrar bir araya getiren takımlar başarılı olacaklardır. Galatasaray da neredeyse buna benzer bileşenlerle başardı. Diğerleri onların başarılarını "tesadüf" olarak görmeyi bir yana bırakıp, örnek alınması gereken taraflarını almalılar. Böyle bir hareket en azından başarıya giden yollarını kısaltır.