Bir milli serüvenin daha sonunda hüsran yaşadık. İzlediği ilk milli maçlar Euro 88 elemelerindeki meşhur İngiltere maçları olan birisi olarak, ülke futbolunun dip noktasını da, zirve noktasını da gören bir futbolseverim. Euro 96'dan 2014 Dünya Kupası'na (bu kupa oynandığında) toplam 10 büyük turnuva oynanmış olacak. Türkiye bu turnuvalardan dört tanesine katılabildi. Euro 96'ya katılmak bizim için inanılması güç bir başarı iken, 2014 Dünya Kupası'na katılamamak büyük bir hayal kırıklığı. Değişimimizin özeti belki de bu cümlede saklı. Değişen jenerasyonlar daha azıyla yetinmek istemiyorlar. En üst seviyede mücadelede kendi takımlarını da görmek istiyorlar. Bundan 25 sene öncesinin San Marino'su olduğumuz düşünülürse, tabii ki gurur duymamız gereken bir durum, ama sorulması gereken, gerçekten bu kadar iyi miyiz?
25 sene önce milli takımımıza paralel olarak kulüp takımlarımız da Avrupa'da büyük sıkıntılar yaşıyordu, ama asıl sıkıntı, kendimizi o kadar iyi zannediyorduk ki, başarısızlıklar bizi şaşırtıyordu. Şimdi "Mükemmel tesislerimiz var, nasıl başaramayız?" diye hayıflananlar, cevabı aslında sorunun içinde veriyorlar. Buna bir de "75 milyonluk Türkiye'de nasıl başaramıyoruz?"u eklemek lazım. Olimpiyat düzenlemeyi de tesis yapma sözü ile başarabileceğini zanneden bir yönetici grubunun bu soruyu sorması tabii ki doğal, ama bu sporu gerçekten sevenler ve çözüm için kafa yoranlar sorunlara bu kadar sığ bir bakış açısıyla yaklaşamazlar, yaklaşmamalılar!
20 yıldır her yeni jenerasyonda "yıldız" statüsü verdiğimiz ve çok şeyler beklediğimiz yetenekler çıkıyor. Ne kadar iyi olduklarını ölçebileceğimiz yer Avrupa arenası oluyor. Kimisi bunun hakkını veriyor, kimisi ise unutulanlar bölümüne yeni bir madde eklenmesine sebep oluyor. 20 senedir değişmeyen bir kişi var ama! Bundan 10 sene sonra Türk futbolunun 100. yılı şerefine bir kitap yazılırsa, o kitabın tepesine büyük ihtimalle ismi yazılacak olan adam. Bu adam tabii ki Fatih Terim. Kulübünden nasıl ayrıldığı konusundaki gerçekleri kendisinden yakında öğrenmeyi umduğumuz bu adam 20 senedir ülke futbolundaki gelişimin temel taşı. Seveni olduğu kadar sevmeyeni de çok. Ama Milli Takım'ın başına bu geçişi, sevmeyenlerini bile sevindirdi. Çünkü yönettiği kulübün nasıl bir güç kaybına uğrayacağının herkes farkındaydı. Neyse, bu bir Fatih Terim yazısı olmadığı için burayı geçelim ve sorunun özüne gelelim. Sorunun özü, başları her sıkıştığında herkesin Fatih Terim'e gitmesi. Ülkedeki her türlü gelişimin temelinde inşaat sektörünü görenlerin "insana değer vermek" kavramından pek haberleri yok. Her çocuk Hakan Şükür, Sergen Yalçın olma hayaliyle bu işe başlıyor belki. Olamayınca, belli bir yaşa geldiklerinden, yönlerini kaybediyorlar.
Şimdi zaman, antrenör yetiştirme zamanı, yönetici yetiştirme zamanı, scout yetiştirme zamanı. Ama bunlar için bir büyük takımda hasbel kader forma giymiş olmanın, cebinde yeterli miktarda para olmasının ve bir bilgisayar oyunun başında gününün 3/4'ünü geçirerek hayal kurmanın yeterli olmadığı gerçeklerini yüzümüze vuracak gerçek spor adamları gerekiyor. Bunun için de herhangi bir konuda altyapısı sağlam olmayan, ama maddi imkanları yeterli olan her ülkenin yaptığı şey yapılacak: ithalat!
Bütün bunlar uzun zaman alacak. O günler gelene kadar yapılması gereken; Gaziantepspor taraftarının Muhammet Demir'in, Kayserispor taraftarının Okay Yokuşlu'nun, Beşiktaş taraftarının Muhammed Demirci'nin, Bursaspor taraftarının Enes Ünal'ın yeteneklerini takdir etmesi ve onları her koşulda desteklemesi. Türk futbolu dünyanın en iyileri arasında değil. Türk taraftarı hiç değil. En azından bunun farkına varma ve harekete geçme zamanı. Elimizdeki değerleri küstürmeyerek ve üstüne sürekli bir şeyler katmaya çalışarak...